Teolojinin yeni merkezi ve dili
Modernlik Avrupa’da
ortaya çıktıktan sonra giderek dünya ölçeğinde egemen hale geldi. Bugün geldiği
yer ve işleyişi göz önüne alındığında küresel post/modern durum karşısında bir
alternatif görünmemektedir. Müslümanların böyle bir yenilmişlik karşısında
bundan 40 yıl öne daha temkinli ve dirençlere sahip olduğunu gözlemlerken, şu
anda bu dirençlerin çözüldüğünü ve dünya sistemiyle entegrasyonun hızlandığını
söyleyebiliriz.
Böyle bir durumun oluşması,
her yönden küresel post/modern kültürün baskınlığı kadar, müslümanların dünyaya
dair herhangi bir önerilerinin olmadığından da kaynaklanmaktadır. Açıkçası
Müslümanlar bu modernleşme serüveninde açık ve ağır ve bir yenilgiye
uğramışlardır. Özellikle islam üzerinden bir dilin geliştirilmesi hiç
gerçekleşmedi. Hatta verilen tepkilerden ve gündemden islam adına verilen
cevapların yetersizliği bir kez daha faş olmaktadır.
Modernlik dünya
ölçeğinde ciddi bir dönüşüm yaratmıştır. Bu dönüşümün askeri ve siyasi
egemenliğinin epistemolojik ve ontolojik bakış açısından kaynaklandığını
söylemeliyiz. İnsan modern teolojinin yeni merkezi ögesi olarak ortaya çıkınca,
dinin ve insanın konumunda da değişimler yaşanmıştır.
Şimdi önümüzde önemli
iki sorun bulunmaktadır. Birincisi, klasik kelam anlayışı ile yolumuza devam
etmemiz mümkün müdür? İkincisi de, eğer yeni bir kelam gerekiyorsa bugün
post/modern dünya ve kültürle başedecek şekilde bir teolojinin içerimleri nasıl
olmalıdır? Burada özellikle kelam ilmine öncelikle atıfta bulunmamızın sebebi,
Tanrı-insan ilişkisinin mahiyetinin yatay düzlemde insan-insan ve insan-çevre
ilişkilerinde çok geniş anlamda belirleyiciliğidir.
Osmanlı’nın son
dönemlerine baktığımızda bu konudaki çabaları görmemiz mümkündür. Kanaatimizce
Osmanlı âlimleri Müslüman toplumların kendi paradigmaları çerçevesinde bilgi
üretmeleri gerektiğini, hatta bunun öncelikli bir gereklilik olduğunu görmüşlerdir.
Nitekim İsmail Hakkı İzmirli’nin “Yeni İlm-i Kelam” isimli çalışması böyle bir
çabanın ürünüdür. Ayrıca Ziya Gökalp’in “İctimai Usul-i Fıkıh”
kavramsallaştırması da modernlik karşısında usul-i Fıkıhtan başlayan bir
değişime vurguda bulunmaktadır.
Çağdaş dönemde ise
Hasan Hanefi, artık klasik kelamda vurgulanan tanrı merkezli bir teoloji ile modernlikle
baş etmenin imkanının yok olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla yeni teolojik
anlayışın merkezinde “insan” ve onun ihtiyaçları yer alacaktır. Bu bağlamda
insana bağlı olarak ekmek, toprak, kalkınma vb. kavramları etrafında Hanefi,
bir teoloji geliştirmeye çalışmaktadır. Buna ek olarak post/modern düşüncenin
kendisini yaslayacağı bir zemin olarak antropolojiyi (insanın tüm yapıp
etmelerini meşrulaştırma anlamında) bir teolojiye dönüştürdüğünü görmekteyiz.
Bu içerikleri yetkin Düşünce dergisinin 6. Sayısında “İlahiyat’ın İnsan krizi”
isimli makalemde tartışmıştım.
Modernlik ise kendi
içerisinde dinle bağlantılı bir değişim yaşamıştır. Habermas’ın da belirttiği
üzere Kant’çı anlayışta dine “ancak benim formatımda şekillenirsen bir yerin
olur” şeklindeki dayatmacı çağrı, yakın zamana kadar siyasal, sosyal, kültürel
vb. tüm alanlarda egemen oldu. Modernliğin bilhassa 20 yüzyılda her alandaki
sert dokunuşları bilinmektedir. Bu tavır karşısında ilk başta geliştirilen
direnç, postmodernliğin dine mistik sınırlar içinde yer açmasıyla bir başka
boyuta geldi. Bugün Müslümanlar postmodernliğin bu teolojik zeminini kabul
etmiş görünmektedirler.
Fakat Müslümanlar
henüz postmodern teolojinin zeminini ve içeriklerini çok iyi anlayabilmiş
değiller. İnsanın sübjektivitesini meşrulaştıran ve yükselten bu teoloji, henüz
içerimleri netleşmemiş bir özgüven de sağlamaktadır. Fakat Tanrı ile insan
arasında mesafede nasıl konumlandıklarına aldırmadan şimdilik günlerini gün
etmektedirler.