Teolojikleşmeden ka(çın)abilir miyiz?
Teoloji çoğunluk kullanımlarında “kelam”a eşitlenmektedir. Sözlükte “Tanrıbilim” şeklinde karşılanan teoloji, bu bağlamda İslam düşüncesinde tam anlamıyla kelamın karşılığı değildir. Bu biraz da Hıristiyanlığın meseleye yaklaşımı ile bağlantılıdır. Kelam ilminin içeriğinin teolojiden daha geniş olması yanında, “Tanrıbilim” şeklindeki anlamın da kelamın karşılığının olmadığını belirtmeliyiz. Fakat teolojiyi “bir dinin kurucu metinlerinin kültürel, siyasal, ekonomik tüm sorunlar karşısında ve onlarla ilişkileri içinde tarihteki açılımı ve bu haliyle bir sorun halletme biçimi olarak dünya görüşüdür” şeklindeki tanımımız kelama da önemli oranda atıfta bulunmaktadır.
Bir şeyin
teolojik hale gelmesi ya da teojikleşmesi, ifadenin/yargının aşkın/metafizik
boyut kazan(dırıl)arak kendi özgül ağırlığının ötesinde bir anlam ve otorite
kazanması durumudur. Çünkü teolojinin yukarıdaki tanımı göz önüne alındığında
insani bir anlama çabasına denk gelmesi söz konusu ise de, temel referansları
son kertede “aşkın”a doğru göndergelerle belirginleşmektedir. Buna göre, tabii
olarak bütün dinlerin kurumsallaşmış teolojilerinden bahsetmek mümkündür.
Modern döneme
geçildiği zaman, vahyin epistemolojik statüsünün düşmesi ile eşzamanlı olarak bilim
hiyerarşideki üst konumuna yerleşmiştir. Bilimsel çabaların temel niteliği,
onların fenomenal dünyanın sınırları içerisinde metafizik yapmadan deney,
tecrübe, gözlem vb. yöntemlerle eşyanın bilgisini ve onlar arasındaki
ilişkileri ortaya koyma amacında olmasıdır. Kant “Saf Aklın Eleştirisi”’nde metafizik
spekülasyonlara girmeden kendi bahçesinde (bunu fenomenal dünya olarak
okuyalım) ev yapmaktan bahsetmektedir.
İslam düşüncesi’nde
tek bir epistemolojik kaynak söz konusu değildir. Eşyanın bilgisini üretme
anlamında bilim (burada ilim ve bilim arasındaki farklara dair tartışmayı
dışarıda tutuyoruz) kadar, tecrübi bilgi ve vahyi bilgi kendi imkan ve
sınırları içerisinde kabul görmektedir. İnsanın kökeni, geldiği yer, dünya ile
irtibatı, dünyanın nihai anlamı, öldükten sonra insanın akıbeti, Tanrı vb. tüm
kavram ve ilişkiler ancak vahyi bilginin cevap verebildiği alanlardır. Yine
eşyanın (dünyadaki tüm varlıklar) fenomenal dünyadaki bilgisi (nihai bilgisi
değil ya da Kant’ın deyişiyle “kendinde şey” değil) ile eşya arasındaki
ilişkiler bilimin konusu olup, İslam düşüncesi tarafından teşvik görmüştür.
Nitekim tarihsel sürece baktığımızda, bu konudaki derin çabaları gözlemlemek
mümkündür.
İslam
düşüncesinin buradaki mentalitesi hem bilim ile vahyin kendi sınırları içindeki
çıktılarını kabul etmek hem de bilim ile vahiy arasındaki ilişkiyi devam
ettirerek bilimi ve vahyi tek başına mutlaklaştırmadan her türlü bilgi
sistemini değerlendirmek. Batılıların temel problemi modern zamanlarda vahiy
ile bağlarını tamamen kesmiş olmalarıdır. Bu durum insanın metafizik
boyutlarını tamamen görmezden gelmeyi gerektirmektedir. Bugün müslümanlar bu
ayrım ve ilişkilere itibar etmediklerinden bilim alanında yetkinleşmedikleri
gibi vahyi de tam olarak anlayabilmiş değiller.
Pozitivizm
böyle bir düalist ayrışma üzerinden hareket ederken din ve bilim arasındaki
uzlaşma noktalarını tamamen paranteze almıştı. Auguste Comte sosyoloji özelinde
bilimi metafizik spekülasyonlardan kurtarmak üzere harekete geçmişti; fakat
sonunda “pozitivizm İlmihali” ile teolojikleşmeden kurtulamadı. Kanaatimizce
20. Yüzyıl boyunca bilim ve felsefe bugüne gelinceye kadar bu bunalımı yaşamaya
devam etti.
Bugün
teolojikleşmenin varlığı kesin; bir yandan din ile bilim arasındaki ilişkileri
tamamen kopardığı için Batı düşüncesi son kertede mistik ve metafizik taleplere
cevap verebilmek için bilimi teolojikleştiriyor, diğer yandan İslam dünyası bunu
teolojiyi bilimin üzerine tamamen genişleterek yapıyor. Tam da bu noktada
teoloji de bilim de işlevini kaybediyor.