‘Tembellik hakkı’
Geçmişten bugüne birçok kavramlar anlam ve içerik değiştirdiler. Bunların başında çalışma kavramı geliyor. Çalışma kavramının bu bağlamda özel bir yeri olduğunu da düşünüyorum, çünkü özellikle sanayileşme ve devam eden kapitalistleşme süreci çalışma kavramı başta olmak üzere ihtiyacın içeriğini de değişime uğrattı.
Yukarıdaki başlık Paul Lafargue’nın kitabının ismi. Lafargue, Karl Marx’ın damadı. Kitabında kapitalizmin nasıl insanı köleleştirdiği üzerinde dururken, bilhassa İngiltere’de sanayileşme ile birlikte başlayan süreçte, günde 15-16 saat çalıştırılan işçiler ve çalışmanın dönüştürdüğü hayatları söz konusu ediyor. Çalışma saatlerinde indirime gidilmesi, önceleri işverenlerde üretimde azalma endişeleriyle karşılanıyor. Ama yapılan bazı deneyler ve işçilere verilen dinlenme zamanları ile tatillerin verimliliği ve üretimi azaltmadığı anlaşıldıkça, çalışma süreleri azaltılıyor. Dikkat ederseniz temel nirengi noktası üretimin düşüp düşmemesi ve verimlilik.
Çalışmak önemli bir olgudur. Gündelik hayatımızda doğrusu ben de az çalıştığımızı düşünenlerdenim. Hele Ortadoğu toplumlarında tembellik ve verimsizlik çok daha bariz bir biçimde görünmektedir. Çalışma kavramının kendisine itirazımız olamaz. Çünkü bugün için Müslüman toplumların bilimden sanata, kültürden gündelik hayata kadar ciddi anlamda çalışmaya ihtiyacı vardır. Fakat bu çalışmaların insanın kendisine yabancılaşmadan yapılması gerekmektedir.
Marks erken zamanda kapitalizmle birlikte ortaya çıkan kitlesel emek gücünün farkına varmıştı. Sanayileşme ile birlikte sınai kent olgusunun oluşumu, ihtiyacın değişimi, insanların çalışmak üzere fabrikalara doğru göçü, günde 15-16 saat kadın çocuk demeden çalışmaları, insanın her bakımdan tabiatıyla zıtlaşmasına sebep olmuştu. Marks buradan yola çıkarak insanın emeği ve bu emeği ile üretimlerine yabancılaşmasını sorunsallaştırmıştı.
Sanayileşmenin ilerlemesiyle birlikte üretimin giderek artması, Avrupa’nın iç pazarlarında yaşanan doygunluğun ardında uluslar arası pazar arayışları ve üretimin her halükarda sürekli artırılışı bir takım krizleri beraberinde getirdi. Bir şekilde teknolojinin gelişimine eşlik eden üretim artışı yapılabilmekteydi ancak bu üretimin nasıl tüketime dönüştürüleceği yeni stratejilerin geliştirilmesini gerektirmekteydi. İşte reklam sektörü bunlardan birisi olarak devreye girdi.
İlk başlarda reklam, sadece ürüne odaklı olarak yapılırken, giderek postmodern durumda kişiye odaklı gelişmeye başladı ve hatta bununla da yetinilmeyip film sektörü ve sosyal medya da farklı enstrümanlarla tüketimin körüklenmesi için seferber oldular. Öyle ki, ilk başta mevcut imkanlarıyla tüketim esas alınıyordu. Daha sonra finans sektörü de sanal faaliyetlerle bu tüketimi genişletti. Şu anda mevcut imkanlarıyla tüketemeyenler, geleceğe doğru borçlan(dırıl)arak tüketmeye özendiriliyorlar. Böylece insanların gelecek beş, on, onbeş, yirmi yılları borçlanmak suretiyle ipotek altına alınıyor.
Şimdi bu insanların özgür olduklarını söylemek mümkün mü? Zira borçlarını ödemek için konumlarını korumak zorundalar. Diğer yandan borçları ile ilgili yükümlülük üstlendiklerinden, artık iş ve emek de onlar için yabancılaştırıcı bir unsur olmaya devam edecek. Çünkü ödedikleri para, zaten çoktan tüketip bitirdikleri bir ürüne ait. Dünya finans piyasası bunun için krize girip çıkıyor. Ancak kasa her halükarda kazanıyor.
Dünyanın şu anda muztarip olduğu temel sorun lüx hastalığıdır. Tekeffül edemeyeceği bir hayatı yaşamaya çalışırken, kendisi gibi olmaktan da çıkmaktadır. Hiç kimsenin tembellik hakkı yoktur. İnsanın ihtiyaçları azdır. Temel sorun, bu üretim ve tüketim açmazının içinde insanın yitip gitmesidir.