Telosunu kaybeden insan (2)
Önceki yazımızda modern paradigma neticesinde bedenin de natüralist perspektif içerisinde seküler bir zeminde değerlendirildiğini ve Küçükalp’e göre keyfiyetin iki şekilde tezahür ettiğini belirtmiştik.
İlki ruhun reddedilip insanın zihin ve beyine indirgenmesi
hali...
İkincisi ise bedenin sahibi olunduğu sanısı ile bedenin
özgürleştirilmesi iddiası.
Bu meyanda Kasım Küçükalp Martin Heidegger’den şu alıntı eşliğinde ilk tezahürü açıklamaya
başlar.
“Gerçekliğin, dünyanın
imge hâlini almasıyla; varoluş
içerisinde insanın özne hâlini alması aynı şeydir”
Hani Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” demişti ya,
işte buna itiraz etmektedir, Küçükalp. Heidegger’in işaret ettiği nokta da
burası. Descartes bu sözü ile insanı/özneyi temel olarak alıyor. Neyin temeli;
varlığın, değerin, anlamın, amacın temeli. Küçükalp’ın
deyimi ile “ontolojik zemin”
Yani asıl olan özne. Ötesi öznenin düşündüğü kadar var.
Nerede? İmge/hayal alanında mı? Hayır,
ontolojik alanda.
Sayın Küçükalp değinmese de onun bu hassasiyetinden
anlaşılması gerekenin vahyin ehemmiyeti olduğunu düşünüyorum.
Küçükalp buradan hareketle modern dünya da ruhun
kaybedilerek yerine bilincin ikame edildiğini söylüyor. Hakikat öznenin
epistemik pratiklerine terk ediliyor. İmgelemindeki/hayalindeki gerçeklik ile
kifayet edip yargıda bulunuyor... Hümanizm!
Hümanizm neticesi ruh-beden ayrımı yerini bilinç-beden yahut
zihin-beden ikilemine bırakıyor.
Peki, “bilinç” yahut “zihin” in kaynağı ne? Yine beden. Daha
doğrusu beyin... İster ruhsal ister
bedensel olsun insan varlığında vukua gelen her şey temelde beynin bir
fonksiyonu olarak niteleniyor.
Böylece zihin ulvi maksatlarla ilişkili bir imkân olmaktan
çıkarılıyor. İnsanın, nöro-biyolojide ki
gelişmelerle yani beyindeki, zihin veya bilinci meydana getiren nöronların
maddi yapısından ibaret olduğu varsayılıyor.
Hakikat alanı böylece varlık alanından soyutlanarak insan
zihninin veya beyninin bir oyunu mesabesine indirgenmiş olunuyor.
İkinci hâl ise bedenin özgürleştirilmesi mottosu ile
gerekçelendiriliyor. Mademki bedenimizin sahibiyiz o halde en doğal hâl ne ise
bedenimizi o ölçüde özgür kılmalıyız.
Bedenin özgürleştirilmesi veya “benim bedenim değil mi?”
yanılsaması yine üstadın ifadesi ile “libidinal özgürleşme” anlayışını
doğurmuştur. Hatta özgürlüğün zemini mevkiine yükseltilmiştir. Özgürlük
tasavvuru libidinal olanın önündeki her türlü engelin kaldırılması olarak
anlaşılmıştır.
Buradan hareketle Sayın Küçükalp, Foucault’nun “Cinselliğin
Tarihi” isimli eserinden ilhamla cinsellik denilen kimliğin 18-19 yüzyılda icat
edildiğine değinir. Cinselliğin bir kimlik olarak tanımlanması, öznenin
zihninde cinselliğini kimliğinin bir nesnesi haline getirmesi bu zaman
diliminde ortaya çıkmıştır.
Gerçektende günümüz dünyasında “özgürlük” kavramı içerik
itibariyle son derece değişime uğramıştır. Özgürlük denince modern insanın
aklına öncelikle cinsellik veya cinsel tercih meselesinin gelmesi sebepsiz
değildir.
Kasım Küçükalp
buradan hareketle kapitalist yaşam pratiğine değinir. Arzuların önündeki bütün
engellerin kaldırılması kapitalist dünya görüşünün vazgeçilmezidir. Bedenin
özgürleştirilmesi bu meyanda arzuların özgürleştirilmesi olmaktadır.
Bu vaziyet elbette din ile çatışacaktır. Zira dinin insana
biçtiği anlam ile insanı beden ve arzuları mesabesine hapseden anlayışın bir
arada bulunması zaten mümkün olmayacaktır.
Bu nedenle “dini olandan özgürlük” günümüzün özgürlük
anlayışında hayati bir öneme haizdir.
Yine düşünürümüzün deyimiyle kapitalist yaşam pratiği
imajlar yoluyla insanlarda bir “varoluş” hissiyatı pazarlamaktadır.
Fakat bu varoluş hazzı imajinatiftir; sahici değil,
itibaridir. Tıpkı paranın aslının kâğıt olmasına rağmen değerinin bizim ona
vermiş olduğumuz itibar nedeniyle olduğu gibi.
Bu aşamada üstadın şu cümlelerini tamamen katılarak sizlerle
paylaşıyorum:
“Kapitalizm bugün
bilim dediğimiz şeyi yedeğine almış adeta arzularla arzu nesnelerini eş zamanlı
üreterek, insanların arzularını kışkırtan bir düzlemde hâlâ devam etmektedir”
Arzularla arzu nesnelerini eş zamanlı üretmek... Ne ürkütücü
bir cümle; üstelik bunun “özgürlük”
olarak pazarlanması işin daha da vahim tarafı.
Ama insan “özgür” yapılınca işin vahametini göremiyor
maalesef. Diğer bir ifade ile uzaktan kumanda ile idare edilir hale geldiğini.
Üstadın yine anlamlı bulduğum bir cümlesi ile sözlerime son
vermek istiyorum: “Müslüman oluş dünya
içre mücadele içinde varoluş demektir “.