Tekbir ve Tedbir
En yüce isim, en muazzam kelam, en muhteşem kavram: Allah! Kâinatı yaratan bu olağanüstü gücün ezelî ve ebedî tarifi gönüllerde yer etmiştir: “Allahü Ekber!” O, ‘En Büyük’tür. Amenna. Nasibi olmayanlar hariç, herkes bu hakikati şüphesiz kabul eder. Bu mübarek nidadan bazıları rahatsız olabiliyor. Ne diyebiliriz? Önce hidayet temenni ederiz, olmazsa “Allah bildiği gibi yapsın.” der, geçer gideriz.
Tekbir ne güzel bir kelime, ne manidar bir kavram:
Bütün semavi dinlerin kabul ettiği bir vasıf: “Allah En Büyüktür.” Peki
‘tekbir’in yanı sıra ne olmalı? Elbette ‘tedbir’. Zaten “Önce tedbir sonra
tevekkül.” buyurulmuş. Manası açık: Allah’a güveneceksin ama evvela önlemini
alacaksın. Peygamber Efendimizin buyruğuyla, “Önce devenin yularını ağaca
bağla, sonra namaza dur!” Bu manada İslamiyet, akla kıymet verir. Ama hangi
akıl? “Akl-ı Selim” elbette.
Diyelim ki, yeni bir ev yapacağız. Salonun en alımlı köşesine
“Maşaallah” levhasını asalım. Bununla birlikte çoluk çocuğumuzla yaşayacağımız evi
inşa ederken, zeminin temelinin sağlam olmasına da mutlaka dikkat edelim. Uzmanları
getirtip baktıralım. Aksi takdirde sadece o levha bizi kurtarmaz. Allah korusun,
herhangi bir depremde çoluk çocuğumuzla enkaz altında kalıveririz. Ardımızdan yas
tutulur.
Evimizin girişinde hüsnü hatla “Bismillahirrahmanirrahim”
yer almalı. Bu çok isabetli olur. Bir mümine yakışan da budur elbette. Ama
“Besmele her hayrın başıdır.” düsturuna uygun olarak evimizi ölçülü inşa ediyor
muyuz? Hakkımız üç kat iken uyanıklık yapıp altı kata yelteniyor muyuz, kaçak
kat çıkmaya hırs gösteriyor muyuz? Yoksa her vakit makul ve dürüst olmaya mı
gayret ediyoruz?
İnsanlara güzel isim vermek kadar binalara hoş adlar
da takmak gerekir. Bu hassasiyet, Müslüman olduğunu söyleyen insanlara çok
uygun. Apartmanlarımıza Cennet, Ravza, Menzil, Medine, Bedir, Hilal, Kudüs,
Hicret, Mekke gibi isimleri vermek çok değerli. Fakat bu isimleri binamıza
verirken apartmanın girişinde açılan işyerinde kolonların kesilmesine göz
yumuyor muyuz? Bu cinayeti işleyen gamsızlara hesap soruyor, kendilerini şikâyet
ediyor muyuz acep?
Çocuklarımızı yolladığımız okul binalarının, içlerinde
namaz kıldığımız camilerin, alış veriş yaptığımız görkemli çarşıların depreme
dayanıklı olup olmadığını hiç düşündük mü? Bunu ilgililere acaba soruyor muyuz?
Yoksa kulağımızın üstüne yatıp ancak şiddetli bir zelzele sonrasında mı
aklımıza geliyor bu mühim hususlar?
Bilge mimar merhum Turgut Cansever’in insanlarımızı ‘dikey
mimari’ye değil de ‘yatay mimari’ye teşvik etmesinin hikmetini aklettik mi? Yeni
sitelerde ucu bucağı olmayan gökdelenler kurmaya devam mı ediyoruz? “Benim
sadık yârim kara topraktır.” diyen ozanımız Veysel’e inat topraktan kaçıyor
muyuz? Ayağımız yere basıyor mu? 11 şehrimizin imdadına 70 il koştu. Allah
korusun İstanbul depreminde imdadımıza kim yetişecek?
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerimizi
‘cazibe merkezi’ yapmaktan vazgeçiyor muyuz? İhmal ettiğimiz Anadolu’ya dönüyor
muyuz? Köyümüze, kasabamıza, ilçemize avdet ediyor muyuz? Korona’dan ibret alıp
bereketli topraklarımızı ekip biçiyor muyuz?
“Takdire tedbir kâr etmiyor!” denilebilir. Kuşkusuz
doğru. Ya takdiri bize mukadder kılan Zat da, ‘önce tedbir’ buyuruyorsa… En
azından zayiatımızı azaltmak için görevimizi yapmamız icap etmez mi? Mesela
dere yataklarına, deniz kenarlarına, çürük zeminlere, yumuşak ovalara
pervasızca ucube apartmanlar dikmeyi sürdürecek miyiz?
Tekbirleri her dem almalı, duaları her zaman
etmeliyiz. Zira biz kuluz, buna mecburuz. Halıkımız “Duanız olmazsa ne
ehemmiyetiniz var?” diye buyuruyor. Lakin ‘kavlî dua’ kadar ‘fiilî dua’ya da önem
vermeliyiz. Aksi takdirde başımıza bir musibet geldiğinde ihmallerimizi unutur,
haşa suçu başkalarına atar dururuz. Hem gafillerden hem de isyankârlardan oluruz.
Maazallah, dünyamızı da ahiretimizi kaybederiz.
Haftalardır bizi hüzünlere sevk eden asrın afeti
depremden sonra hâlâ yüksek binalara gözümüzü dikecek miyiz? 40 bin
şehidimizden sonra gökleri kendi çirkin yapılarımızla bozmaktan vazgeçecek
miyiz? Cumhurbaşkanı’mız Erdoğan’ın belirttiği
gibi, yeni binalar, “en fazla üç kat” mı yapılacak? Yoksa apartman altlarında
yine sıra sıra dükkânları dizecek miyiz? Bekleyelim, göreceğiz.
‘Tekbir’lerimizi söylemeyi unutmayalım, eyvallah,
velakin ‘tedbir’lerimizi de ihmal etmeden. Aksi takdirde fıtrata aykırı davranırsak
daha çok üzülür, ağlar, sızlarız. İçimiz hep yanar. Aman ha! Şehirlerin ruhuna
ihanet etmeyelim. Şuurlu Müslüman, yaşadıklarından ders çıkarmalı. Aksi
takdirde aklından da, vicdanından da, imanından da şüphe edilir, biline!