Tek gezegen
Acılarımız da bizimle doğar. Onunla aramızdaki ilişki sahip olduğumuz organlarımızla ilişki gibidir. O hep içimizdedir, hep bizimle beraberdir ve gittiğimiz her yere bizimle gelir. Ne vakit unutsak, bir yolunu bulur ve kendini bize hatırlatmasını bilir. Hakikatte yaşamak biraz da acı çekmek demektir. Bununla birlikte hiç kimse acı çekmek istemez. Hatta denebilir ki bütün birlikteliğimize rağmen hayatımızı ondan uzaklaşmaya, kaçmaya adarız. Ağrısız, acısız, gönül ve beden rahatlığıyla bir ömür tüketmek neredeyse hepimizin amacıdır. Birbirimizle ne vakit karşılaşsak hep o soruyu sorarız: Nasılsın? Bu aslında sevdiğimiz insanlarla onların iyi olup olmadığına yönelik bir testleşmeyi işaret eder. İyiyim derken ruhen ve bedenen acı çekmediğimizi, yüzümüzü buruştururken bunlardan birinin aksadığını haber vermiş oluruz karşımızdakilere. Ağrı; aksayan yeri haber vermesi, acı olanın, olmaması gerekebileceği yönünde işaret göstermesi bakımından bir yol göstericidir de. Düşünsenize, yorgunluk hissi olmasa, yürümekten ölürdük. Acı çekme potansiyeli taşımasa bedenimizin zarar görmesine aldırmazdık. İçimizde büyüyüp kara bulutlara dönüşmese ayrılık umurumuzda olmazdı. Acı dikkatimizi dağıtır, enerjimizi azaltırken aynı zamanda bizi olası tehlikelerden korur, tehditlere karşı vaziyet almamızı sağlar.
Başarısızlık benliğimizin kendini gerçekleştiremeyişinden kaynaklı olumsuz bir duygu yaratır. Neyi amaca dönüştürürsek onu başarmak isteriz. İyi bir iş, harika bir şehirde yaşamak, güzel dostlar edinmek, hayata sıhhatle bakabileceğimiz bir ortam inşa etmek… Bütün bunlar başarmayı istediğimiz, üstesinden geldikçe de kendimizi iyi hissettiğimiz amaçlardır. Ancak hayat o kadar cömert değildir; istediğimiz her şeyi vermez, bazısından kısarak verir, bazısından da mahrum bırakır. İşte tam da bu durumlarda bulunduğumuz yere çöker, kara kara düşünürüz: Ben nerede hata yaptım? Belki bir hata yoktur ortada ama amacımıza ulaşmamanın ağırlığı üzerimize çöker ve benliğimizi aşındırır. Keyifsizleşir, sevincimizi yitiririz. Oysa başarısızlık gibi görünen her şeyde mutlaka ders alınacak bir taraf vardır. Başarısızlığı, amacına ulaşamayışı tecrübeye dönüştürdüğümüz anda hayatın gidişatı da değişir. Doğrusunu söylemek gerekirse hayat bir bakıma da yaşadıklarından elde ettikleri tecrübelerini ayaklarının altına koyarak biraz daha yukarıdan bakmayı öğrenenler ile o başarısızlıkların altında kalıp ezilenler arasındaki farkta gizlidir.
Başarısızlık ruhun acı çekme biçimlerinden biridir. Birincil etkisi ise kendimize olan güveni kaybettirmesidir. Her başarısızlıkta irade biraz daha geri çekilir, eyleme gücü belirsizleşir ve benlik bulunduğu yere çöker. Bedenen yaşadığımız baş ağrısının dünyayı silikleştirmesi, bir yerimiz kırıldığında sekerek yürümek gibi bir şeydir bu. Başarısızlık bir sendelemedir bu tarafıyla ama oradan da bir ders çıkarmalı değil mi? Daha ilk hayal kırıklığında pes etse dünya çapında buluş yapmış bilim adamları, daha ilk yenilgilerinde pes etse büyük kumandanlar zafer kazanabilir miydi? Üstelik hayatta sürekli sağlık olmadığı gibi daimi başarı da yoktur. Nefes alıp vermemizde olduğu gibi bazen başarı bazen başarısızlık gelir bulur bizi. Başarıya şımarmamak ve kaldığı yerden devam etmek, başarısızlığa boyun eğmemek gerekir. Dünyanın en büyük yazarlarının ilk çalışmaları başarısızlıklarla doludur. Ama oradan harika başarılara ulaşmışlardır. Kırılan kemiğin tuttuktan sonra öncekinden daha sağlam olması gibi, her tecrübeden alınan dersler de bizi çelik bir iradeye dönüştürür. Olumsuzluktan yalıtılmış, bütünüyle olumlu bir süreç değildir hayat. Tıpkı yeryüzü şekilleri gibi inişleri de çıkışları da vardır. Çıkarken zorlanmak, inerken hızını kontrol etmek insanı iyi bir yolcuya dönüştürür ve bacakların her ikisine de idmanlı, alışık olması gerekir. Hayatında hiç acı çekmemiş biri sıhhatin değerini nasıl anlasın? Dağ bayır görmemiş ayaklar, sadece asfaltta yürüyerek kendilerini güvende hissedebilir mi?
Kendine güven insanın doğasında vardır. Allah’ın yarattığı biricik kullar olduğumuz için içimizdeki ses bize hep kendimize güvenmemizi söyler. Az bir çirkinlik taşısa bile yüzümüzü beğeniriz. Ufak tefek eksikleri bulunsa bile yaptığımız işler bize keyif verir. Cümlelerimize, bence, bana göre diye başlarız. Bunların hepsi dünyaya karışmadan önce, ona eklemlenen gururumuzu okşama seanslarıdır. Biraz geç anlasa da kim aklından şikayet eder ki? İşte bu, içimizdeki kendimizi beğenme içgüdüsü bir güven halesi yaratır. Ancak onun süreklileşebilmesi için olumlu ve olumsuz tecrübelerle buluşması gerekir. Ve elbette başarmak için başaramamış olmak mutlaka gereklidir. Hayatı boyunca elini attığı her şeyin üstesinden gelmiş tek kişi bile var mıdır? Hayır. İnsanlar türlü türlüdür, yetenekleri ve kapasiteleri de öyle. İşte burada yeteneğini ve kapasitesini bilmek ve ona göre hareket etmek devreye girer. Bu da kuşkusuz başarısızlıkları malzeme olarak kullanıp başarıya dönüştürmekle mümkündür.
Acıda nasıl sevinci ikiye katlayan, onun görünürlüğünü artıran ve keskinleştiren bir taraf varsa başarısızlıkta da başarıya kışkırtan, başarıyı özleten, arzuya dönüştüren bir taraf vardır. Gündüzün maviliğini keskinleştiren gecenin zifir karanlığı değil mi sonuçta? İyiliğin kıymetini bilmenin yolu kötülüğe şahitlik etmek değil mi?
Kendine güven, insanın tek oluşundan kaynaklanır. Varlığımızı bekleyen en büyük tehlike ölüm olduğu için hayatımız boyunca hep güvenli çevreler, güvenli insanlar, güvenli zaman dilimleri ararız. Özgüven ihtiyacı da tam burada ortaya çıkar ve güven özgüvene dönüştüğünde enerjimiz artar, eyleyiş kudretimiz katlanır. Bu da elbette güvenin varlığımıza ışık eklemesi ile ilgilidir. Ancak burada da bir olumsuzluğun üzerine bina edilmişlik vazgeçilmezdir. Ölüm olmasa hayatımız bu kadar değerli olabilir miydi? Her an hastalanma riski taşımasak sağlığımıza bu düzeyde kıymet biçer miydik? Yoksulluğu görmemiş, yaşamamış olanlar zenginliğin keyfini nasıl çıkarsın? Bütün bunlar özgüven için mutlaka olumsuz tecrübelerle girilen bir imtihana işaret eder. Yüklem başarı olsa da ona koşan bütün kelimeler başarısızlığı sınamaya dairdir. Ve elbette güven kelimesinin kendisi bile güvensizlikten uzak veya güvensizlik ile araya konmuş mesafeye vurgu yapar. Özgüven güvenlerin en değerlisi olduğuna göre en büyük özgüvenin de en zorlu güvensizliklerden yani başarısızlıklarla girilmiş mücadelelerden geçmesi gerekir. Etrafı okyanus olan yere ada diyoruz, üzerinde yaşanan tek gezegene dünya. Neden acaba?