Tek Başına: MERYEM ANNEMİZ
Meryem annemiz; hakiki
bir mabet çiçeğiydi. Saf bir anlam ve amaç onun babasından ve Hanne annesinden
gelen genleri, toprağı ve en tabi çevresel şartları idi. O pür gaye, pür dikkat
yetiştirildi. Bir ihtimam bahçesinde…
Bir insanın dünyaya
gelmesi için elzem olduğu sanılan nedenlerden biri eksikti. Fakat kendi başına
mükemmel bir sonuca varabildi Meryem… Nedensizlik öyle irade etti çünkü.
Sebepler sebebi. Nihai müsebbip… Bilim
bunu şimdilerde (Üreme (genital) sisteminde ise hem dişil hem eril
dokuları/hücreleri bulunmak ve (Enbiyâ 21/91, Tahrîm 66/12) bu sayede, ona
kimse dokunmadığı halde kendi kendine gebe kalmış ve sağlıklı bir erkek çocuk
(İsa) doğurmuştur, şeklinde açıklıyor.
(Âl-i İmrân 3/36,37, Meryem 19/20-27)
Partenogenez,
dişilerde görülen eşeysiz bir üreme yöntemidir ve Yunancada "bakire
yaratılış" anlamına gelir.)
Tabii ki kıt kafalar
bunu kavrayamadı. Alışageldiklerinin dışında her olanı anlamaya çalışmaksızın
şerre yormayı sevenler, bilmediğini düşman ilan etme refleksini gösterenler
bunu yadırgadı. Bilim yoksunu yobazlık, söz konusu kadın olunca iffetsizliğe yormakta
hiç gecikmedi… Olsun. İffetin kaderidir bu. Namusçuluk oynayanların kazasına
uğramak. Böyleydi burası. Öteden beri. Namus hep tek kişilik bir suçtu. İlle de
bir kadın suçu… Meryem de bu suçu ilahi bir vazife kapsamında işledi. Tek
başına anne oldu. Bakireliğinden hiç bir şey yitirmeden. Kendini sırf bu
yüzden, yaratılışındaki farkı öne sürerek egemenleştiren, kendisi olmadan ne
şunun, ne bunun, soyun dahi sürdürülemeyeceğini sanan erkeğe “sensiz de pekâlâ
olur gülüm” denilmiş gibi oldu. Kendini yüceltmene gerek yok cinsiyetinden
dolayı. Senden yüce Allah var! Sebepsen sebepliğini, vesile isen vesileliğini
bil, kır dizini otur dünya bahçesine. Başını eğ ve bir düşün, denilmiş gibi
oldu.
Ve İsa as geldi. Hoş
geldi. Tebessüm ve çocuk gülüşü. Onun doğumu tek başına gerçekleşti. Ne olursa
olsun kadın insan, böyle ağır bir ödevi tek başına yaşar öyle ya! Çoğunca
dışarıda veya artık istenirse doğum odasında olsa bile o sancı, o candan can
kopuşu kadın yaşar. Kadın anne olur. O anne olduğu için baba da baba olur.
Doğum ne sık yaşanan,
ne göz önü bir mucize! Çeşitleri var. En zoru ve bir ömre uzanan şekli de
kendini doğurmak olmalı. Sadece çocuk doğurmak; üretebileceği her güzelliği
ortaya koymak, adanmışlığın arka arkaya başka biçimlerle yeniden yeniden var
olmaya sürgünlüğü gibi şeyleri de akla getiriyor.
Rahim anne rahmidir en
başta. Doğum sonrası yeryüzüne yayılan şefkat, merhamet ve bütün güzel
erdemlerle bezeli mütebessim yaşam alanı dışa açılan bir rahim gibidir. Sonra
ve yanı sıra insanın, kadının üreteceği rahim; onun beyni olabilir, kalbi
olabilir, beden kabı, ruh kabı içindeki her saklı boşluğun dolup taşması,
doğurması doğum olabilir… Özveri mesela doğurduğumuz doğurmadığımız her
canlıya, başka çocuklara, çiçeklere, hayvancıklara, taşlara gösterdiğimiz sevgi
ve emek olarak soyut olarak varlığını gösteren rahimdir.
Biz onun özgün
hayatından çok şey alıyoruz. Ancak o çok zorluk çekmiş bir kadındı. Ruhu
şaddır. Yine olsun! Meryem annemiz kendini bu zorlu evrede mecburen toplumdan
soyutladı. İç sesini daha net duyabilmek için. O’nun ruhu Allah sesinin
yankılandığı bir avlu, bir özel saklı oda gibiydi. Daha güçlü inanabilmek,
inandığı şeyi daha iyi yapabilmek için bir kenara çekildi. Çünkü dış seslerin
duyulması arttığında insanın kendi iç sesiyle iletişimi susar. Bizim için de
öyledir. Sen ve ben de iyi ve inandığımız bir şeyi getireceksek dünyaya ve eğer
dünya senin, benim getirmek istediğimiz şeye kem bakıyorsa, onları boş
vereceğiz. Kendimizi inandığımız hakikate koyuvereceğiz. Bütünüyle dua, özel
seslenişler ve derin düşünebilmek için zaman zaman her şeyden uzak duracağız.
En çok ta henüz
toplumun, geçim derdine dalmış çoğunlukla, kaynakların hepsi benim olsuncu,
geçimsizlik derdine dalmış azınlık anlamayacak seni beni. Ortaya koyduğun yeni,
özgün, iddialı düşünceler, fikirleri gidip yalnız çalılıklarda dünyaya
getireceksin belki de. Hiç bir yayınevinin basamayacağı aykırı fikirlerin
olabilecek. Yutkunacaksın. Veya öyle bir zaman gelecek ki en İslami
düşüncelerini yazdığın kitaplarını aniden basmaktan vazgeçen ve bunu, nezaketen
yüzüne demeyi dahi lüzum görmeyen, kaba İslamcı yayınevleri bile olabilecek.
Tek başınasın unutma. Ama başında Allah var, onu da unutma! Başında bir erkek
olması gerekmiyor. O da senin gibi bir kul. Onun başı senin başından üstte
değil. Ve başbaşalık her zaman mümkün, her zaman başarılacak bir şey de değil…
Kadın ve erkek başa baş bir yarışın iki kurbanı değil. Her biri müstakil, her
biri ayrı. İsterler ve bir olabilirlerse biri diğerinin yarısı, ciğerinin
yarısı. İstemezlerse saygı ve mesafe ile, dostlukla diğer yarı ciğer yarı
olabilirler. Onlar bilirler. Yeter ki başkaları, toplum, ah toplum her şeye
gerekmediği kadar karışmamayı bilsin. Haddini…
Meryem annemiz de
onlardan/öylesi bir toplumdan uzak tutuyordu kendini. Uzak tutmak; hayata
onların dar pencerelerinden bakmamaktı belki de en başta. Çünkü sizin
önemsediklerinize düşman kesiliyor kalabalıklar. Çoğu zaman da sizin hiç
önemsemediğiniz şeyler, kalabalıklar için ulaşılması gereken, uğruna feda
olunması gereken en değerli amaçlar, hedefler olarak görülebiliyor. Sizin
merdiveninizin onlar nazarında tepetaklak olduğunu görüyorsunuz. Sizin
göğünüzün onlar için yerin dibi sayıldığını… Sizin çıkmak istediğiniz,
soluklandığınız derinlikler çokları için havasız ve karanlık…
Anne Meryem, göğü
uçsuz bucaksız bir mahkûmiyetin, mabedin tutuklusu Meryem’e o yalnızlıkta RUH
geldi. Ruh, melek; vahiy, ilahi esin, esini ulaştıran aracı/meleği veya meleki
gücü sembolize ediyordu.
Çağları ve dünyayı
özverisi, çabası ve direnişiyle sarsmaya devam eden Meryem annemize bakınca,
biz ne kadar Meryemiz? Bir “mabette” veya bir adanmışlıkta, toplumdan
ayrılmışlık, çekilmişlikte ne kadar tutuklu kalabiliyoruz bıkmadan, sıkılmadan…
Ne kadar üretebiliyoruz? Anneliğimiz, kadınlığımız, insanlığımızla bu dünyaya,
bu “çalılığa” neler bırakabiliyoruz, gibi sorularla, bu günlük bu kadar
diyelim…