Tek başına Meryem (2)
Ayşe Şener
Bir
önceki Tek Başına: Meryem adlı yazıma devam ediyorum.
İkinci
büyük doğumun sahibi olan kadını; ruh a hamile kalan, toplumdan saklı
sancılarını çeken ve onu topluma doğuran “mabed çiçeği” Hz. Meryem’i anmaya,
anlamaya devam ediyoruz.
Malum
kadın insana ne denileceği çok tartışılıyor. Güncelliğini kaybetmemiş olması
insanlığın, dünyanın hala bu önemli meselesini bir karara bağlayamamış
olduğunu, hala tartışmalı olduğunu gösteriyor.
Çiçek
gibi olmak onu nesneleştirmek değil, tertemiz, narin, hoş ve incelikle
yetiştirildiği gibi anlamlara gelir. Kadına söylenebilecek özel bir
yakıştırmadır. “Kadın kadındır, çiçek senin babandır.” gibi sözlerin, salt
tepkiselliğin amaçlandığı sözler olduğunu düşünüyorum. Kadın insan erkek
egemenliğini eleştirirken başka bir egemenliği ikame etmeyi değil, Allah,
vicdan, adalet artık neyi, neleri sayıyor, yüce tutuyorsa onun önünde eşit ve
adil yaşamayı ikame etmeli. Mücadelesi bu yönde olmalı.
Meryem
anne’ye gelince o hakiki bir mabet çiçeğiydi. Saf
bir anlam ve amaç onun babasından ve Hanne annesinden gelen genleri, toprağı ve
en tabi çevresel şartları idi. O pür gaye, pür dikkat yetiştirildi. Bir ihtimam
bahçesinde…
Bir
insanın dünyaya gelmesi için elzem olan nedenlerden biri eksikti. Fakat kendi
başına mükemmel bir sonuca varabildi Meryem… Nedensizlik öyle irade etti çünkü.
Sebepler sebebi. Nihai müsebbip…
Tabii
ki kıt kafalar bunu kavrayamadı. Alışageldiklerinin dışında her olanı anlamaya
çalışmaksızın şerre yormayı sevenler, bilmediğini düşman ilan etme refleksini
gösterenler bunu yadırgadı. Bilim yoksunu yobazlık, söz konusu kadın olunca
iffetsizliğe yormakta hiç gecikmedi… Olsun. İffetin kaderidir bu. Namusçuluk
oynayanların kazasına uğramak. Böyleydi burası. Öteden beri. Namus hep tek
kişilik bir suçtu. İlle de bir kadın suçu… Meryem de bu suçu ilahi bir vazife
kapsamında işledi. Tek başına anne oldu. Bakireliğinden hiç bir şey yitirmeden.
Kendini sırf bu yüzden, yaratılışındaki farkı öne sürerek egemenleştiren,
kendisi olmadan ne şunun, ne bunun, soyun dahi sürdürülemeyeceğini sanan erkeğe
“sensiz de pekala olur gülüm” denilmiş gibi oldu. Kendini yüceltmene gerek yok
cinsiyetinden dolayı. Senden yüce Allah var! Sebepsen sebepliğini, vesile isen
vesileliğini bil, kır dizini otur dünya bahçesine. Başını eğ ve bir düşün,
denilmiş gibi oldu.
Ve İsa
as geldi. Hoş geldi. Tebessüm ve çocuk gülüşü.Onun doğumu tek başına
gerçekleşti. Ne olursa olsun kadın insan, böyle ağır bir ödevi tek başına yaşar
öyle ya! Çoğunca dışarıda veya artık istenirse doğum odasında olsa bile o
sancı, o candan can kopuşu kadın yaşar. Kadın anne olur. O anne olduğu için
baba da baba olur.
Doğum
ne sık yaşanan, ne göz önü bir mucize! Çeşitleri var. En zoru ve bir ömre uzanan şekli de kendini doğurmak
olmalı. Sadece çocuk doğurmak;
üretebileceği her güzelliği ortaya koymak, adanmışlığın arka arkaya başka
biçimlerle yeniden yeniden var olmaya sürgünlüğü gibi şeyleri de akla
getiriyor.
Rahim
anne rahmidir en başta. Doğum sonrası yeryüzüne yayılan şefkat, merhamet ve
bütün güzel erdemlerle bezeli mütebessim yaşam alanı dışa açılan bir rahim
gibidir. Sonra ve yanı sıra insanın, kadının üreteceği rahim; onun beyni
olabilir, kalbi olabilir, beden kabı, ruh kabı içindeki her saklı boşluğun
dolup taşması, doğurması doğum olabilir… Özveri mesela doğurduğumuz
doğurmadığımız her canlıya, başka çocuklara, çiçeklere, hayvancıklara, taşlara
gösterdiğimiz sevgi ve emek olarak soyut olarak varlığını gösteren rahimdir.
Biz
onun özgün hayatından çok şey alıyoruz. Ancak o çok zorluk çekmiş bir kadındı.
Ruhu şaddır. Yine olsun! Meryem annemiz kendini bu zorlu evrede mecburen
toplumdan soyutladı. İç sesini daha net duyabilmek için. O’nun ruhu Allah
sesinin yankılandığı bir avlu, bir özel saklı oda gibiydi. Daha güçlü
inanabilmek, inandığı şeyi daha iyi yapabilmek için bir kenara çekildi. Çünkü
dış seslerin duyulması arttığında insanın kendi iç sesiyle iletişimi susar.
Bizim için de öyledir. Sen ve ben de iyi ve inandığımız bir şeyi getireceksek
dünyaya ve eğer dünya senin, benim getirmek istediğimiz şeye kem bakıyorsa,
onları boşvereceğiz. Kendimizi inandığımız hakikate koyuvereceğiz. Bütünüyle dua, özel seslenişler ve derin
düşünebilmek için zaman zaman herşeyden uzak duracağız.
En çok
ta henüz toplumun, geçim derdine dalmış çoğunlukla, kaynakların hepsi benim
olsuncu, geçimsizlik derdine dalmış azınlık anlamayacak seni beni. Ortaya koyduğun
yeni, özgün, iddialı düşünceler, fikirleri gidip yalnız çalılıklarda dünyaya
getireceksin belki de. Hiç bir yayınevinin basamayacağı aykırı fikirlerin
olabilecek. Yutkunacaksın. Veya öyle bir zaman gelecek ki en İslami
düşüncelerini yazdığın kitaplarını aniden basmaktan vazgeçen ve bunu, nezaketen
yüzüne demeyi dahi lüzum görmeyen, kaba İslamcı yayınevleri bile olabilecek.
Tek başınasın unutma. Ama başında Allah var, onu da unutma! Başında bir erkek
olması gerekmiyor. O da senin gibi bir kul. Onun başı senin başından üstte
değil. Ve başbaşalık her zaman mümkün, her zaman başarılacak bir şey de değil…
Kadın ve erkek başa baş bir yarışın iki kurbanı değil. Her biri müstakil, her
biri ayrı. İsterler ve bir olabilirlerse biri diğerinin yarısı, ciğerinin
yarısı. İstemezlerse saygı ve mesafe ile, dostlukla diğer yarı ciğer yarı
olabilirler. Onlar bilirler. Yeter ki başkaları, toplum, ah toplum her şeye
gerekmediği kadar karışmamayı bilsin. Haddini…
Meryem
annemiz de onlardan/öylesi bir toplumdan uzak tutuyordu kendini. Uzak tutmak;
hayata onların dar pencerelerinden bakmamaktı belki de en başta. Çünkü sizin
önemsediklerinize düşman kesiliyor kalabalıklar. Çoğu zaman da sizin hiç
önemsemediğiniz şeyler, kalabalıklar için ulaşılması gereken, uğruna feda olunması
gereken en değerli amaçlar, hedefler olarak görülebiliyor. Sizin merdiveninizin
onlar nazarında tepetaklak olduğunu görüyorsunuz. Sizin göğünüzün onlar için
yerin dibi sayıldığını… Sizin çıkmak istediğiniz, soluklandığınız derinlikler
çokları için havasız ve karanlık…
Anne
Meryem, göğü uçsuz bucaksız bir mahkumiyetin, mabedin tutuklusu Meryem’e o
yalnızlıkta RUH geldi. Ruh, melek; vahiy, ilahi esin, esini ulaştıran
aracı/meleği veya meleki gücü sembolize ediyordu.
Çağları
ve dünyayı özverisi, çabası ve direnişiyle sarsmaya devam eden Meryem annemize
bakınca, biz ne kadar Meryemiz? Bir “mabette” veya
bir adanmışlıkta, toplumdan ayrılmışlık, çekilmişlikte ne kadar tutuklu
kalabiliyoruz bıkmadan, sıkılmadan… Ne kadar üretebiliyoruz? Anneliğimiz,
kadınlığımız, insanlığımızla bu dünyaya, bu “çalılığa” neler bırakabiliyoruz,
gibi sorularla, bu günlük bu kadar diyelim…