Tatilde
Ankara’dan uzakta, tatildeyim. Bir arkadaşımın ifade ettiği gibi, her şehir, daha oraya varır varmaz kendi rengini insana verdiği için biraz güney, biraz doğu rengi var üstümde. Tatil benim için elbette sıcak yaz günlerinde denize inmek, orada güneşten yüzleri kavrulup küle dönmüş, benizleri atmış, keyif adıyla tenlerinde hoş olmayan cılk zamanların dolaştığı insanların arasında dolaşmak değil. Bu değil kesinlikle ve zorunda kalmadığım sürece hiçbir yaz’ımı, Temmuz ve Ağustos’un tek gününü bile orada, Akdeniz’in yakıcı sıcaklarında geçirmiyorum. Ben denizi de sevdiğim şeyleri de tenhada, yalnızken yaşamayı tercih ediyorum. Deniz benimle, başkalarıyla konuştuğundan farklı konuşmalı diye düşünüyorum, onlara söylediğinden farklı cümleler kurmalı bana. Ve bu yüzden, yazın ateş topu bu iki ayını onları o vakit aralığında seven insanlara bırakarak çoğunlukla memleketime giderim. Deniz sevdamı fırsat bulursam mayıs, bulamazsam eylül ve ekim aylarına ertelerim. Herkes bırakıp gittiğinde, o sessizliğin içine dalmak, o kıyılarda yalnız yürümek çok daha keyifli gelir bana.
Tatil benim için
tatlı yorgunlukların ardından sığındığım derin bir uyku, peşinden pürtelaş
koşturduğum yaşam kavgasından geriye kalan huzurlu bir kaçış değildir.
Yorgunluk anlarında sırt üstü uzanıp biraz düşünmek, geriye çekilerek olmuş
olanı, olmakta olanı seyrederek olacak olana ışık tutmaktır belki. Tatil bende
hep bir uçağın havalandıktan hemen sonra geride kalanları elemle seyretme
duygusu yaratır. Hayata geriden baktırdığı için, içinde olduğumda önemli
görünen pek çok şey anlamını ya tamamen yitirir veya belirsizleşerek üzerimdeki
yoğunluğunu azaltır. Atalet kökünden gelse de tatil bir atıllaşma, tembelleşme,
kendini uyuşukluğun kollarına bırakma değil, bilakis bir yorgunluğu giderme
fırsatı, zihin ve beden hücrelerini yenileme, yürüyüşü bir an için sonlandırıp
nefes alma ve kendine yeni yol haritaları çizme imkanıdır. Uçak havalanır ve
bir anda şehrin kırmızı çatılı evleri kartondan bir enstelasyona, yer yer acemi
bir ressam tarafından çizilmiş mat görüntülü bir manzaraya döner. İnsanlar
sokakların arasında donar, kaldırım kenarındaki ağaçlar betonlar tarafından
yutulur ve bulutların arasına varıldığında artık hayata dair neredeyse bütün
izler yok olur. Bu boşluk, tahayyülü kışkırtarak insana hiçliğin de orada bir
yerlerde, başımızın hemen üstünde gezinip durduğunu haber verir. Bu boşluğun
elbette insana verdiği bir mesaj da vardır: Bakışlarını bakmakta olduğundan
başka tarafa kaydırdığında da hayat devam ediyor; hem de öncesinde görmediğin
bir iştiyakla…
Bu iştiyak tam
da üzerinde daireler çizerek iniş yapılan şehir tarafından, daha oraya adım
atar atmaz kendisini belli ediyor ve anlıyorsun ki artık önünde zihnini
boşaltabileceğin birkaç haftalık bir armağan duruyor. Başkente özgü bütün o
karmaşa, ayakların memleketinin toprağına değer değmez topuklarından toprağa
karışıyor ve hücrelerinin boşluklarından üzerindeki ağırlık her adımda verdiğin
nefes eşliğinde dışarıya karışıyor. Artık burada, uzakta, şimdiki zamana belli
bir mesafede, geçmiş ile şimdiki zamanın ulama kipine tutunarak rahat bir nefes
alabilirsin. Haksızlıklar, hukuksuzluklar, beklentiler, didişmeler, ağız
dalaşları, mevki makam kavgaları, protokoller, çakarlar, çakarlı arabalar,
eğilip bükülmeler, hayatı esneten bütün o kötücül göstergeler geride kalmıştır.
Hayatını insanı yaşatmaya adamış bir doktorun kendini bilmez ve belki de
şizofren bir güvenlikçi tarafından onca bariyer aşılarak güpegündüz öldürülmesi
de onlarca kurşunun hangi nefret duygusuyla gözlerinin içine bakılarak yüzünde
patlaması da başkentte olduğundan daha az etkiler seni. Kurşunun sesi dağın öte
tarafına cızırtıyla ulaşır… Aynı gün, bir avukatın da silahların kurbanı
olduğunu, fen edebiyat fakültelerinin yıllardır çektiği formasyon işkencesi
haberini alırsın ve ama uzaktasın, çok uzakta, kurşun sesinin cızırtıya,
felaket ve işkence haberlerinin fısıltıya dönüştüğü yerde, tatilde…
Burada,
sabahları kuş sesleri uyandırır seni ve Konya’daki -artık olmayan, bir daha
olmayacak olan, eline neşteri alıp yaralara merhem süremeyecek olan, geride bir
eş, anne babalar, kardeşler, dayılar, amcalar, yetim çocuklar bırakıp sessizce
ayrılmış, insana ve insanlığa kırgın- doktor ile İstanbul’daki avukatı –ve aynı
şey- öldüren silahların sesi hayatın içinden değil de dışından, başka bir
yerden, başka bir ülkeden, başka bir iklimden, başka bir boyuttan geliyormuş
gibi hissedersin. Tatildesin, o soruları, o tehlikeli soruları sormazsın.
Mesela o güvenlikçiyi kimler, hangi testlerden geçirerek işe almıştır, silahı
eline güvenle(!) kimler teslim etmiştir? Mesela tetiği çeken parmak ile
cerrahın parmaklarına verilen mesai, uğraş, gayret aynı mıdır? Tetik çekmek mi
kolaydır, yaraya neşterle dokunmak mı? Mesela bir doktorun yetişmesi için hangi
süreçlerden geçmesi gerekmiştir; hangi sınavlara tabi olmuş, hayatın hangi
güzelliklerini erteleyerek oraya varmış, hangi zorlukları geçip de oraya,
kurşunu yediği yere ulaşmıştır o doktor? Doktorların, ülkenin zihnen en yetkin
profesyonellerinden biri olan bu meslek sahiplerinin yurt dışına gitme arzularında
onlara yönelik şiddet potansiyelinin payı var mıdır? Bir cümle, bir eylemi
kışkırtır mı? Doktorları şeytanlaştırmak kimin işine gelir ve son aşamada neye
hizmet eder, nelere yol açar? Katilin elindeki bıçağı doktorun elindeki neştere
eşitleyerek eşitliğin sağlanacağını umanlar aşk ile nefreti, hayat ile ölümü
eşitleyerek hayatın bizatihi kendine en büyük suikastı yapanlar değil midir?
Tatildeyim ve galiba
insanlık da öyle…