Taşralı olmak, taşrada yaşamak
Taşralı olmak bir ruh halidir, taşrada yaşamak ise o ruh halinin yaşamla kurduğu ilişkideki eşiklerin oluşturduğu bir durumdur. Dolayısıyla taşralı oluş ontolojiye, taşrada oluş ise eyleyişe özgüdür. Taşralı oluş derinlere, en geriye, pişmeden, kıvama ermeden önceki aşamaya vurgu yapar. Potansiyel gücü de kendisine yönelik eleştirilerin beslendiği yer de burası, bu başlangıca, kıyıya özgü kategorik duruşudur. İnsan dünyanın taşralısı olduğu, ona dışarıdan dokunduğu, onu dışarıdan kavradığı ve hiçbir zaman onunla doğrudan bir ilişki kuramadığı için yaşam döngüsü boyunca taşralılık kanının içinde dolaşır, gidilen yere onunla birlikte gider, nerede, kimle, hangi ortamda olursa olsun kendisini bir yalnızlık sızıntısı olarak görünür kılar. Bugüne kadarki bütün yanlış kullanımlarının aksine taşralılığın bir coğrafi yerleşim, küre üzerindeki bir konumlanma ve topografik bir çağrışımdan ziyade bir zihniyet yüklemesi, bir duygusal taşma içeriğiyle kullanılması gerekir. Taşralı coğrafi anlamda dışarıda kalan değildir. Dışarıya itilmiş, oraya mahkum edilmiş ve içerinin mutlak manada kendisine kapıyı kapattığı kişi değildir. Bu, şehrin kasabaya, yukarıdakinin aşağıdakine, gücün acziyete, gerçeğin hayale, hayatın şiir ve edebiyata yönelttiği tahfifatla mündemiç bir yanlış anlamadır. Dışarıda olan kovulmuş, içeride yaşayan davet edilmiş değildir. Deri organizmanın ittirmesiyle oluşmaz. Yüzey derinin kendisine orada, tam da orada temsil imkanı sağladığı bir merkezden uzağa mahkumiyet alanı değildir. Kabuk özün ittirdiği ve kendisini koruma göreviyle donattığı bir çeper değildir. Bütün bunlar, bu taşralılık yaftası yemiş oluş biçimleri sonradan eklemlenmiş olmayı, kıyıya itilmiş olmayı, hırpalanmışlığı, tepeden bakanın bakışları altında ezilmeyi reddederler. Taşralılık bir oluş biçimi ve bir ruh hali olarak bütün oluşların, eyleyişlerin mutlak kiplerinden biridir. Dışarısız içeri, derisiz beden, kabuksuz öz, başlangıçsız son yoktur. Hal böyle olunca kategoriler arasında merkeze ait ve taşralı betimlemesi mutlak ve dondurulmuş bir kalıpla ifade edilemez. Kim, kime karşı taşralıdır; ne, neye karşı dışarıda kalmış olandır? İçe, içeriye ait olmak merkezde bulunmaksa eyleyiş biçimi olarak bir mahkum içeriye, özgür biri dışarıya aittir taşralı hangisine denir?
Devletler için
başkentlerin dışında, şehirler için meydanların uzağında, kalabalıklar için
kıyıda kalmış olanların, mahalleler için varoşların ifade ettiği şey tam olarak
taşralılık ise zihin için taşra neresidir? Hangi duygu içeriye, hangisi taşraya
aittir? Eğer böyle bir ayrım yapacaksak örneğin vücudun merkezi kalp olarak
düşünülürse taşrası beyin midir? Kategorik olarak en yukarıya yerleşen beyin
merkez ise topuk mudur onun taşrası? İlik merkezdeyse dokuları taşralı mi ilan
edeceğiz? Bu durumda duygu aklın, hayal gerçeğin, şiir felsefenin taşrasında
duruyor öyle mi? Sükunet gürültünün, suskunluk cümlenin, duraklar müziğin
taşrası… Ve her durumda, birinciler ikincilere dahildir. Sınırları kim, nasıl,
ne belirleyecek? Taşra nerede başlar, nerede biter? Merkez nedir ve sınırları
hangi noktada sona erer? Bunu biliyor muyuz? Elbette. Bildiğimiz bir şey daha
var: Taşra bir yalnızlıktır ama asla bir mahrumiyet değil. Eğer öyle olsa,
yeryüzünün taşralısı olan insan kadar mahrum başka hangi canlı kategorisi
düşünülebilirdi? Öyle ya yosunlar da böcekler de kuşlar da bizden önce geldiler
dünyaya ve onlar bizden daha çok merkezde oturuyor, daha yakınlar ev sahibi
olmaya. Bir taşralı olarak insan, kendini canlılar içinde kıyıya yerleştirir
mi?
Hal böyleyken
peki neden bilincimizde, önyargımızda taşra merkezin uzağına düşen, özün
sınırlarına ittirilmiş, ayrıksı ve aşağılanmayı hak eden bir çağrışım alanıyla
temsil edilmektedir? Taşralılık neden ruhu incitmektedir? Üstelik zihniyet taşralılığından
değil de ziyadesiyle coğrafi taşralılıktan şikayetçi olunur, neden? Öyle
olmadığı halde neden felsefeyi şiire, aklı hissiyata, gerçeği hayale galebe
çaldırırız? İç organların deriden alıp veremediği nedir? Bir taşralı olarak
deri neden “içeridekilerin” kendisine yönelik aşağılayıcı tavırlarına maruz
kalır? Neden sözümona merkezden taşraya gelen iyi ağırlanır da taşralı merkeze
indiği an şehirde bir telaş başlar? Taşra neden mütevazı, merkez neden
kibirlidir? Üzerinde çimen bitmeyen dağın tepesi neden kibirle bakar aşağıdaki
ırmağa, onun kıyısındaki ağaçlara, meyvelerine onların?
Bu, büyük
ihtimal şehrin köyden, yapaylığın doğallıktan, sonucun başlangıçtan, zamanın
mekandan, aklın duygulardan, sesin suskunluktan, hareketin durağanlıktan aldığı
bir öçtür. Taşralılık merkezin kıyıdan, bir zamanlar kendisinin de ait olduğu
yerden sorduğu hesaptır. Taşralı olanın taşrada yaşayana yönelik reddi
mirasıdır taşralılık yaftası. Kendisini onda görmeye dayanamama içgüdüsü
zihniyet taşralısına coğrafi taşralıyı yerme hakkı vermektedir. Üstelik merkez
kokuşmuşluğun, alavere dalaverenin, yoldan çıkmışlığın, kibrin, gösterişin,
sonradan görmenin, her türlü şeytani ayartıya açık oluşun, kötülüğün
dölyatağına dönüşmenin adı, mahfili, katalizörü, tetikçisi haline gelmişken
taşralı olanın taşrada yaşayana ne söyleyecek sözü ne de bakacak gözü var
mıdır?
Dokuların
merkezine yerleşmiş kötü hücreler metastaz yapınca iyi hücreler mücadeleden
yorulur. Yenileceği bir savaşa girmektense kıyıya çekilmeyi, taşrada yaşamayı
tercih eder ve geriden geriye dokunun çürümesini seyreder. Bünyeyi taşralılar
çürütür, taşrada yaşayanlar değil. Çürüyen doku için yukarısı neresi, aşağısı
neresidir? Merkez neresi, taşra neresidir? Çürüyen dokuda koordinat kaybolunca
topografik taşralılık yerini zihniyet taşralılığına bırakır. Zihin kirlenince
duygular vicdandan yardım umarak duygusallığa sığınır ve kir oraya da
sıçramışsa “Yıkılsın Roma!” demekten başka ne kalır? Ve dahi, yıkmadan yapmak
Allah’a mahsustur.