Tasavvufun mistifikasyonu
TASAVVUF, sadece İslam'ın değil, bir çok dinlerin "gönül" ve "mistik" boyutlu tecrübelerini ifade etmesi açısından evrensel bir görünüm arz etmektedir. Ancak tabii ki İslam'ın kendi tarihsel tecrübesi içinde, tasavvufın kendisine özel bir doğuşu ve gelişimi söz konusudur ve bu uzun soluklu araştırmaların konusu olarak ortaya çıkar. Tasavvuf, tamamen dışsallaştırılmış, zahirileştirilmiş dinsel deneyimlerin otomatlığı karşısında, "içsel" olanın sıcaklığını hissettirmesi bağlamında dengeleyici bir unsur olarak da görülebilir. Fakat bu otomatlığa, mekanikliğe düşmeyelim derken, "içsel tecrübe"nin, "batın"ın, batıniliğe doğru kayması, geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemli bir problemdir ve günümüzün postmodern yönelimleriyle örtüşmektedir. Dolayısıyla tasavvufi söylem ve batınilik arasındaki ince çizginin ayırt edilmemesi, son kertede postmodernliğe tasavvufi söylem içerisinde yaşam alanı açabilmektedir.
Aslında bu yazıyı, daha önce biraz daha uzun haliyle ve farklı bir başlıkla yayımlamıştım. Bugün için tekrar sorunsallaştırmam, gerek dünya ölçeğinde gerekse Türkiye'de tasavvufa olan yönelimlerin karakteristikleridir. Birinci dikkati çeken husus; bilhassa Amerika ve Avrupa'da gerek müslüman olanların gerekse olmayanların özellikle Mevlana merkezli tasavvufa yönelimleri. Bu yönelimi, Batı'da konuşulan insan ve toplumun ölümü gibi hayati sorunlar karşısında bir arayışı; yanı sıra Aydınlanma'nın katı rasyonel eğilimlerinin Batı toplumlarını bıraktığı çıkmaz sokak için bir açılım elde etme olarak okumak mümkündür. Fakat bu arayış ve açılım çabalarının, seküler düşünce ve eğilimlere tasavvufi söylem içerisinde "yer edindirme" teşebbüslerine dönüşmesi, batıniliği çağdaş formları içinde yeniden hortlatmaktadır. İşin gerçeği özgürlükçü ve açılımcı bir aromayla yurtiçinde de dolaşıma sokulan bu söylem ve pratikler, Elif Şafak ve Orhan Pamuk gibi yazarların romanlarıyla kültürün içine yerleşmeye çalışmakta; muhafazakarlar başta olmak üzere ezilmiş ve bastırılmışların gönüllerini okşamaya devam etmektedirler.
İkinci dikkati çeken husus; tasavvufun dinin sınıfsal hale geldiği yeni alanı tanımlıyor; ona bir köprü oluşturuyor görüntüsüne bürünmesidir. Bunu bilhassa yakın zamanlarda kimi medyatik kişilerin tasavvufi yönelimlere sahip oldukları şeklindeki argümanlarda izlemek mümkündür. Burada kimin hangi yönelime sahip olduğu temel problemimiz olmamakla birlikte, tasavvufun yaşam tarzını değiştirmeden, İslami yönelimin yeni alanı haline gelecek biçimde istiap haddinin genişletilmesi söz konusudur. Halbuki bir paradigmadan diğerine dönüşümün ayırtedici çizgisi, yaşam tarzıdır. Bu durumda yeni parola şu olmaktadır: "Bize gel; istediğin gibi yaşa."
İslam'ın "içsel", "anlama"ya yönelik bir deneyimlemesi diyebileceğimiz tasavvuf, pasifleşmenin, dünyaya (dünya sorunlarına) karşı ilgisizliğin, konformizmin geniş ve derin ağları içinde yeniden okundukça, kitleleri uyuştururken "islami" etiketi ile garanti sunmaya devam etmektedir. Öte yandan zahirin otomatlığını dengeye getirici işlevi, postmodernizmin ilkelerini batıni yorumun emniyeti altında İslam'ın içine dahil ederken, hem kendisi değişmekte hem de onaylanmış prototipler üretmektedir. Bu prototipler yogadan sağlıklı yaşama, mistik olandan İslami söyleme kadar, Foucaultçu terimle ifade edersek, heterotopik nitelikler taşımakta; senkretik görünümü ise sanki kendi tabiatı gibi meczetmiş görünmektedir. Bugün yeni dini hareketler adı altındaki bir çok oluşumun ortak noktası da "mistik"lik ve "senkretizm" olarak dikkat çekmektedir.
Açıkça belirtmek gerekirse, günümüzde konformizme, müslümanların dünyanın sorunlarına ilgisizliğine karşın tasavvufun temel işlevi; "derviş ruhlu bir yaşam pratiği"ni devreye sokmasıdır. Dünyanın önemli bir kısmının açlık, yoksulluk ve savaşla mücadele ettiği, "insan"ın ölümünün konuşulduğu; ekoloji, çevre ve gıda gibi bir çok tartışma konusunun varoluşsal bir sorunu işaretlediği bir zamanda, bunlara dair "kal" ve "hal" diliyle bir şey söylemeden, sadece sayısal zikir ve tesbih merkezli söylemler ile mistiklik ve büyüsellik, insana ve hayata değmeyen bir tasavvuf dilini inşa etmektedirler. İşte "derviş ruhu ve pratiğiyle yaşamama"nın bir sonucu olarak tasavvufu uyuşturucu ya da kitle imha silahı haline getiren tam da bu noktadır.
Tarihin tekerrürü, Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin kıssalarında çok rahat izlenir. Bu tarih bize, bozulmanın Baudrillard'ın deyişiyle virüsün merkeze taşınmasıyla çok "tanıdık" izlekler üzerinden olabileceğini gösterirken; diğer yandan teolojinin gündelik yaşamla kopmaz bağına işaret eder. Bu durum Şeriati'nin kavramsallaştırmasında "dine karşı din" şeklinde kendine yer bulurken, Marx'ın jargonunda "afyon" kelimesinin hayatı kapsayıcı etkisiyle açıklanır. Bunun arkasından kitlelerin nasıl uyuşturulduğu sorusu ise tamamen teferruat kalacaktır.