Taş bağırlı dağlar
Uzayan
bozkırlarda bir pınar… Suyu kesilmiş ve ıssızlığa terk edilmiş. Bir yudum hasret… Kurumuş. Solmuş. Üzgün ve kavrulmuş çiçekler…
Şifası nedir bu hâlin?
Mahrumiyet
öldürür. Her varlığın yaşamak uğruna tükettiği bir ömrü vardır. Mahrum kala
kala ne kadar yaşar ki canlılar? Yaşamak ne uğruna, niçindir onulmaz yaralara
katlanmak? Ağrısı olmalı her kalbin. Ve beklediği şifası. Biliyorum, kolay
değil. Kolay olmayacak ışığı çekilmiş günleri atlatmak. Kolay olmayacak suyu
kesilmiş pınar başında beklemek. Kolay olmayacak üşüye üşüye kışı geçirmek.
Kolay olmayacak bu zelzeleden sağ salim kurtulmak. Çünkü kalbinden sarsılanlar
çabuk yıkılır. Tez ölür kalbinden vurulanlar.
Tutunmak
çaresini kaybedenlerin derbeder ruhunu kim avutur? Hangi hana sığınır, hangi kalbe
sığar bir yolcu? Hanlar virane. Gök çökmüşse güneş kime yarar? Üç günlük
dünyanın ağrısını savmak meğerse bir ömür sürüyormuş. Nedir ki bu ağrı? Hangi ağrı kesici dindirir bu ağrıyı?
Tabipler neden çare sunamaz da diyar diyar gezdirir bir deliyi?
Şehirleri
çöle çeviren nedir? İçinden çıkılmaz kalabalıklardan yüzünü eline alıp kaçıran
şu garip kimdir? Ve posta güvercinlerinin uçuş yollarını kesen gökdelenler,
sadece gökleri mi delip geçiyor? Nedir bu plansız kompozisyonun ana duygusu? Yok,
yok! Olmuyor, bu paragraftan bir ana fikir çıkarmak çok zor. Okuyorum, yine
okuyorum ve tekrar tekrar okuyorum yüzünü ve yükünü alıyorum dünyanın. Yükü
kalıyor elimde. Güzelliği uçup gidiyor ve yükünü bırakıyor her suret. İşte
dünya yükü denilen aldandığımız fânilik.
Her
merhem şifa olacağı bir yara aramaz mı? Nereye gider bunca yol? Çaresiz midir
dertler? Öğrendim ki Can Yücel de benzer bir ağrıya çare arıyordu: “Çaresiz dertlere düştüm/Yok mu bunun
çaresi?/Var:/Yaşamayı ölecek kadar sevmek”
“Yaşamayı
ölecek kadar sevmek” ne demek? Ölecek kadar…
Neyin uğruna ise onun için ölecek kadar… Evet, korkusuzca ve delice.
Dayanır mı kalp? Dayanan, sabreden ve ızdırap mahzenlerinde pişenler bu yolun
yolcusu olabilir. Kalbini taş dibeklerde dövdürenler var mıdır? Buğdayın
dövülmesi gibi. Özü kalır buğdayın, onu kaplayan kabuk uçup gider. Şimdi bir taş dibeğe kalbimizi bırakma vakti. Özümüz
kalsın, kalsın ki arınsın gayrı sevgiler.
Nazım
Hikmet bizim yerimize söylemiş: “Biz
insanız çok şükür/çok şükür biliriz,/ilacımıza/umudu katmasını/yaşamak gerek
diyerek/ayak direyip/dayatmasını” Ölmek erken, ben geç ve güç olanı
seçiyorum, sevmek, ölecek kadar sevmek…
Çarh-ı
pîr misaliyim. Gördüm göreceğimi, sustum, çekildim. Asırlık köprüdür dilim.
Nice ağır ve acı kelimeler geçti üstünden ama hep içimde kaldı. Tutukludur her
sözüm. Mahkûmiyet giymemiştir ama her acının giysisini taşır üstünde. Bir saka
nasıl taşırsa suyu, öylece taşırım kalbimde her acıyı. Şimdi bir dünya ağrısı
misafirdir kalbimde.
Düştü
duvarın taşı. Sayfası kopuk bir roman.
Kurgu bozuldu. Dil mahrum kaldı, anlam
yitik. Eli böğründe kalan ne kadar cümle varsa sökün etti. Yine de hikâyenin
düğüm bölümünde kaldı umut.
Kâğıttan
gemilerle yola çıkılır mı? Batacak ya da
karaya oturacak. Denizler kabaracak. Yine de vazgeçmeyecek deli gönül. Derviş Yunus işbu hâli şöyle anlatır ve ben
son kez seslenirim: “Ben toprak oldum
yolunda/Sen aşırı gözetirsin/Şu karşıma göğüs geren/Taş bağırlı dağlar mısın?”