Tarikatlar, cemaatler
Vaktiyle Diyar-ı Rum (Rumların Ülkesi) olan Anadolu’nun fethi ve Viyana’ya kadar süren fütuhatın mızrak ucu, koç başı tarikatlardı, tasavvuf ehliydi.
Kars’da metfun Hasan Harekani’den, Hacı
Bektaşı Veli’den Hacı Bayram Veli’den Emir Sultan’dan Bosna’daki Sarı
Saltık’tan ta Budapeşte’deki Gül Baba’ya kadar ehli tasavvuf fütuhatın rehber,
kılavuzuydular.
Millî Mücadelenin teorisyenleri, organizatörleri,
finansörleri yine onlardı.
Yirmi yedi yıl
CHP milletvekilliği yapmış Falih Rıfkı Atay, bunu şöyle itiraf eder:
“Kuvay-ı Milliye meclisi koyu gerici idi. İçki yasağı kanununu bir şeriat kanunu
olarak bu meclis çıkarmıştı. Dört yüze yakın yeni medrese açmıştı.
Milletvekillerinin çoğu kravatsız ve poturlu ya da getirli idi. 1923 de Milletvekili
seçildiğim vakit İstanbullu kılığı ile nasıl yadırgandığımızı halâ hatırlarım.
Kuvay-ı Milliye Anadolu’ su, Tanzimat İstanbul’ undan elli yıl geride idi. (Falih
Rıfkı Atay-Atatürkçülük nedir? Ak yayınları 1966 sahife 16).
Falih Rıfkı’nın koyu gerici diye
tanımladığı insanlar ehli din ve diyanet kişilerdi, çoğu tarikat-tasavvuf
ehliydi. Kuvay-ı Milliye’yi inşa eden onlardı.
Tasfiye edildiler, imha edildiler, tarihlerden
silindiler, kazındılar.
Meclis 23 Nisan
1920 de, Cuma namazını takiben dualarla ve tekbirlerle açıldı.
İlk Meclis
açıldığında sarıklı ve feslilerin sayısı
kalpaklılardan fazla (65’e
50) idi. Kaldı ki kalpaklıların birçoğu da sarıklılarla aynı zihniyetteydi. Meclisin beşte biri doğrudan din adamı idi.
Din adamı sayısı subay sayısına eşitti.
Mevlevi, Nakşibendi, Bektaşi şeyhleri meclisteydi. (Kinross
Atatürk sh.217-218, Lewis Modern Türkiye’nin Doğuşu sh.532)
Sakarya Meydan
Muharebesi’nin bütün safahatına bir subay olarak katılan, savaşı “Milli Mücahede” yani “cihad” olarak
anan Ali Kadri Bey, Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı anılarında;
“Sakarya Meydan
Muharebesi sürerken, moral için
mevlüthanlar, hafızlar, sık sık askeri birlikleri dolaşıyor, mevlid-i nebeviler
okunuyor, cami ve mescitlerde zafer için yanık dualar ediliyordu” demektedir. (Ali Kadri Köprülü’nün
anıları, Anadolu’da İstiklal Mücadelesi - Türk Tarih Kurumu Basımevi 2011,
sh.119-121)
Tarikatlar, ehli tasavvuf, asırlar boyunca
topluma, sosyal dokuya mihmandarlık ettiler.
Toplumu çekip çeviren, eğiten, şekillendiren,
yönlendiren yumuşak güç oldular.
İncitmeden törpülediler, kırmadan
büktüler, milyonları dine, topluma, hayata, devlete kazandırdılar.
Tarikatları imha ve yok etmek yerine,
tashih, ihya, inşa, restorasyon cihetine gidilmelidir.
Haçlıların, oryantalistlerin,
misyonerlerin, istihbarat servislerinin bin türlü hainane gayelerle, derinden
derine bu sivil toplum kuruluşlarımızla ilgilendikleri, sızmaya, tahrife,
dejenerasyona çalıştıkları, fevkalade bir bilgi değildir.
Son iki asır boyunca İslam’ı hayatımızdan
uzaklaştırma, yok etme teşebbüslerinden, emellerinden tarikatlar fazlasıyla
nasibini almış, ağır tahribata, yıkıma maruz kalmış, hırpalanmışlardır.
Tarikatları en fazla yaralayan, son
yıllarda nerdeyse tebliğ ve irşat faaliyetlerini gölgede bırakacak
seviyede akçalı faaliyetlere yönelmiş olmalarıdır.
Nakdi faaliyetler tasavvufun ruhuyla imtizaç
etmemektedir.
Para odaklı icraatlar, nerdeyse tarikatlar
arası güç mücadelesine dönüşmüş izlenimi vermektedir.
Bu tür faaliyetler başka çatılar altında
icra edilmelidir.
Tarikat ve cemaatleri sigaya çeken, üstelik
sol bir yayın organının aşağıdaki değerlendirmesi düşündürücüdür.
“Bir büyük holdingin plazasına girmek ve
üst düzey yetkililere ulaşıp konuşmak nasıl kolay değilse, aynı durum tekke ve
dergâhların kapısını çaldığımızda da ortaya çıkıyor.
Kapılardaki tabelalarda tahmin
edilebileceği üzere hemen her zaman “vakıf” yazmakta ve “güvenlik noktası” nı
aşıp, önünüzdeki bariyeri kaldırılıp girdiğinizde kendinizi, içinde kaybolmanız
muhtemel bir “kompleks” ortasında buluyorsunuz”.
Padişah Yıldırım Bayezit, Niğbolu
Zaferi’nde ele geçirdiği ganimetlerle inşa ettirdiği Bursa’daki Ulucami’nin
açılışında içki konusunda Emir Sultan tarafından uyarılr. Emir Sultan’a bu
gücü, Keşiş Dağında (Uludağ) bir kulübede yaşadığı münzevi hayat
veriyordu.
Hacı Bayram Veli, II. Murat tarafından
gönderilen tek bir çavuşla başkent Edirne’ye davet edildiğinde, nerdeyse devlet
içinde devlet olmuş cemaatinin gücüne rağmen çavuşun ardı sıra Ankara’dan Edirne’ye
kadar yürüdü. Edirne’ye varır varmaz evvela bir erbain (kırk günlük
uzlet) çıkardı. Gösterdiği ihlas, tevazü, mahviyet karşısında kendisinden
nerdeyse özür dilenip Ankara’ya uğurlandı.