Dolar (USD)
35.13
Euro (EUR)
36.64
Gram Altın
2976.19
BIST 100
9942.07
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Tarihsellik

Daha önce tarih ile ilgili bir yazı yazmış ve Tanrı’nın tarihte nerede durduğu konusunda tarih felsefesi bağlamında bir analiz yapmaya çalışmıştım. Bu, belki bazı kişiler için aşırı soyut bir tartışma gibi görülebilir. Ancak bugün muztarip olduğumuz önemli sorunların, buradaki zihniyet dünyasından kaynaklandığını görmemiz gerekiyor.

Kur’an-ı Kerim’de, Yahudilerin peygamberleri Musa’ya (AS) “sen ve rabbin gidin… (5/Maide, 24) derken, kendilerini bir aktör ve özne olarak tarihin dışında tuttuklarını görmekteyiz. Halbuki Allah onları tarihin içine ve tarihi yapmaya davet etmektedir. Bugün de yaşanan sorunlar karşısında müslümanların, tarihe girmek ve aktör olmak yerine Tanrı’ya referansta bulunduklarını müşahede ediyoruz. Tam da bu sebeple tarih felsefesini doğru ve sağlıklı çizmenin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Zira Müslümanların bugünkü durumu, Tanrı’yı sürekli tarihe davet etmek gibi tuhaf bir zihniyet içerisinde cereyan etmektedir.

Özellikle din ve tarih ilişkisi söz konusu olduğunda çetrefilli meselelerden birisi de tarihsellik konusudur. Geçen yazımızda, tarihin kendi içinde hedefine doğru aktığı şeklindeki bir amaçlılığın tarihsicilik olduğunu belirtmiş ve burada be insana ne de Tanrı’ya asla yer olmadığını söylemiştik. Tarihsellik ise, her şeyden önce insanın belirli bir tarihle kayıtlı olduğunu bize anlatır. Bu anlamda, insanın söyledikleri ve yaptıkları bir tarih ve kültüre bağımlı olmaktan kurtulamaz.

İnsan bir tarihte ve bir kültürün içine doğmaktadır. Tarih ve kültürün, insanı tamamıyla belirlediğini iddia edemesek de, insanı önemli oranda şekillendirdiğini kabul edebiliriz. Kimi tarih felsefecileri bu konuyla ilgili analizlerinde, neredeyse insana hiçbir şekilde “özne”lik vermemişlerdir. Ancak insanın tarih ve kültürle ilişkisi özellikle son birkaç yüzyıldır ve bilhassa Almanya’da ciddi tartışmaların yapılmasını sonuçlamıştır.

Önce düşünce sistemini iyi kurmak gerekiyor ve bunun için şu cümleyi baştan kumamız elzem: “İslam özü ve iddiaları itibarıyla evrensel bir dindir.” Burada İslam dini derken, sadece Hz. Muhammed’e gelen dini değil Hz. Adem’den (AS) itibaren gelen bir geleneği düşünmeliyiz. İslam’ın evrenselliği tarih boyunca, dünyanın, insanın, evrenin gerçekliğiyle örtüşen temel değer ve argümanları vurgulamasından kaynaklanmaktadır. Bunlar tarih boyunca hiç değişmezler. Dolayısıyla “hakikat” biz söylediğimiz için doğru değildir (elbette müminler Kur’an’ın söylediğine iman ederler), hakikat olduğu için Kur’an söylemektedir. Bir başka deyişle, hakikat ile Kur’an’ın argümanları örtüşmektedir. Evrensel olan, Tanrı-insan, insan-insan ve insan-çevre arasındaki ilişkilerin hangi değersel zemin etrafında gerçekleştirileceği, varlıkların nasıl konumlandırılacağı vb. konulardır.

Fakat İlahi mesaj (özelde Kur’an), bir topluma (yani yerel düzleme) inmiş; o tarih ve kültür içerisinde deneyimlenmeye başlanmıştır. Dolayısıyla evrensel olan mesaj belirli bir tarih ve kültür içerisinde form kazanmıştır. Bu buluşma sonucu farklı formlar içerisinde evrenselliği gerçekleştirmek üzere her toplum kendi tarihi ve kültürel kapasitesiyle üretimlerde bulunur. Nitekim Arap toplumu da kendi formları içinde kendi tarih ve kültürü ile üretimde bulunmuştur. Ancak dinden anlaşılma ve dinin yorumlanması bağlamındaki tüm müktesebat, belirli bir tarih ve kültürle kayıtlı olduğundan, işte tarihsel olan budur. Metni farklı tarih ve kültürlerdeki her bir deneyimleme de aynı durumdadır.

Tam da bu sebeple, metnin bir “tarih”le ve kültür”le mukayyet yorumlarına evrensellik atfetmek, bizi bir türlü tarihten bugüne getirememektedir.