Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
24 Ocak 2021

Tarihimizi Sevdiren Yazar Yavuz Bahadıroğlu

Kaleme adanmış bir ömürdü onunki. Kaleme yani kutsal davaya... Onu daha iyi tanımak, destansı hayat hikâyesini, düşüncelerini, sanat anlayışını, ideallerini, mefkûresini ve hayallerini kavrayabilmek için mutlaka eserlerini okumak gerek.

Tarihimizi milletimize ama en çok da gençlerimize sevdiren romancı, yazar, gazeteci ve hatip Yavuz Bahadıroğlu, Rabbinin dâvetine uydu ve başta Cumhurbaşkanımız Erdoğan olmak üzere sevenlerinin duaları eşliğinde Eyüpsultan’da toprağa verildi.

Yavuz Bahadıroğlu’nun şüphesiz en büyük hizmeti, bize eğri büğrü öğretilen tarihimizi en doğru şekilde kaleme alması ve nesilleri bu şuurla yetiştirmesi, eğitmesi olmuştur. Ben de birçok kişi gibi onun romanlarıyla yetiştim. Bugün mazimizi seviyorsak, ecdadımıza sahip çıkıyorsak bunu büyük ölçüde Bahadıroğlu gibi iyi yazarlarımıza borçluyuz. Zira eskiden resmî tarihte Osmanlı’ya iyi gözle bakılmaz, padişahlarımız karalanırdı. Dünyada eşi olmayan bir hadise. Ama şükürler olsun ki o günler geride kaldı. İşte Yavuz Bahadıroğlu gibi yazarlar, sivil tarih anlayışının temsilcileri olarak emin adımlarla yürümüş ve nesillere doğru tarihi aktarmıştır.

Onlu yaşlarda romanlarını memlekette okumaya başladığım yazarımızı ilk görüşüm ve kendisiyle tanışmam 1978 yılında oldu. Aynı gazetede çalışırken asıl adının Niyazi Birinci olduğunu öğrendim. Tarihî romanlarını Yavuz Bahadıroğlu müstearı ismiyle, çocuk kitaplarını ise Niyazi Birinci adıyla kaleme alıyordu. Kendisini çok sevdim ve nerdeyse bütün eserlerini okudum. Yazarımız 1945’te Rize Pazar’a bağlı Hisarlı köyünde doğmuştu. Temel tahsilinden sonra Yeni Asya gazetesinde muhabir, istihbarat şefi ve yazar (1971) olarak bulunmuştu. 1981’den itibaren Yeni Nesil’de yazmış, Can Kardeş dergisinin Genel Yayın yönetmenliğini üstlenmişti. Türkiye Milli Kültür Vakfı, Türkiye Yazarlar Birliği ve ESKADER tarafından ödüller almıştı. Yazdığı 100 civarında çocuk romanını çeşitli imzalarla yayımlamıştı. Bahadıroğlu’nun dışında Veysel Akpınar, Şeref Baysal, Bahadır Alp, Nurcan Sevinç imzalarını da kullanmıştı. Tarihî roman, hikâye, deneme, araştırma, oyun ve çocuk kitabı olmak üzere birçok eseri bulunan yazarın başlıca romanları şunlar: Buhara Yanıyor, Elveda Buhara, Kırım Kan Ağlıyor, Şirpençe, Yolbaşı, Dördüncü Murad, Sunguroğlu, Turgut Alp, Endülüs’e Veda.

En çok okunan yazarlarımızdandı

Kitapları defalarca basılan ve Türkiye’de satış rekorları kıran Bahadıroğlu’nun romanları sadece tarihle alakalı değildir. Onun toplum hayatımızın meselelerini işleyen sosyal romanları da vardır. Ne var ki, daha çok tarihî romanlarıyla tanındı ve bu romanlarıyla sevildi. Çok geniş bir okuyucu ve hayran kitlesine ulaştı. Kendisiyle yıllar önce uzun bir röportaj yapmış ve bunu Romancılar Konuşuyor kitabıma almıştım. Yazarımız orada hayatını, sanat anlayışını, muhtelif romancılar hakkındaki düşüncelerini açıkça belirtmişti.

Bediüzzaman’ın duasını almıştı

Yavuz Bahadıroğlu, özellikle ilk dönemde verdiği tarihî romanlarıyla nesillerin sevgisini kazanmıştı. Tarih şuurunu ve muhabbetini Bahadıroğlu’nun eserlerini okuduktan sonra elde eden yüzbinlerce genç bugün onu rahmetle anıyor, saygıyla hatırlıyor. Yazarın okuma macerası, daha ortaokul sıralarında, sokakta bulduğu bir kitap formasıyla başlar. Öğretmeni okuma yazmayı sevdirir ilkin. Babası sayesinde de Osmanlıcayı öğrenir. Denizci olan baba vasıtasıyla Risale-i Nurlarla tanışır ve yazdığı Osmanlıca nüshayı Bediüzzaman Said Nursi’ye gönderir. Gelen kitapta “Kalemin kılıç gibi keskin olsun!” duası yazılıdır. Bahadıroğlu, yazdıklarının okuyucu tarafından iştiyakla okunmasını ve kabul görmesini bu duanın bereketine bağlıyordu.

Sanat İnanç İçindir

Yazı yazmayı bir ‘hizmet’, inandığı dava için bir ‘vazife’ kabul eden Bahadıroğlu, bir yazısında sanat anlayışını şöyle özetliyordu: “Sanat, sanat için, inanç içindir. Sanatçı, insanları Ezelî ve Ebedî Sanatkâr’a yaklaştırabildiği ölçüde başarılı sayılır. Sanatçının görevi, cemiyetin özünü aramak, köküne inmek, gerçekler üstü gerçeği bulmak ve sunmaktır. Maksat, Hakk’a ve hakikate hizmet; kalem, takdire mazhar bir vasıta; eser, iyiyi, doğruyu, güzel göstermesi şartıyla muhterem bir mirastır.”

Bir konuşmamızda hayatını anlatmasını istediğimde, gelip geçen koca ömrü, “Okudum, okudum, okudum, yazdım.” diye özetlemişti. Gerçekten de neredeyse yaşını ikiye katlayan eserleriyle, edebiyatımızın en velut yazarlarındandı. Bir bakıma günümüzün “Hâce-i evvel”i yani Ahmet Midhat Efendi’siydi. Çok farklı türlerde yazıyordu. Romandan hikâyeye, piyesten denemeye, çocuk kitabından ansiklopediye, köşe yazısından edebiyat kritiklerine kadar çok geniş alanda kalem oynatıyordu. Kaleme adanmış bir ömürdü onunki. Kaleme yani kutsal davaya... Onu daha iyi tanımak, destansı hayat hikâyesini, düşüncelerini, sanat anlayışını, ideallerini, mefkûresini ve hayallerini kavrayabilmek için mutlaka eserlerini okumak gerek.

Müstear İsmin Babası Bekir Berk

‘Yavuz Bahadıroğlu’, gerçek isminin yerini aldığı için Niyazi adını kullanmıyordu. Niyazi ismini kullanan sadece eşi Fatma Hanım imiş. “Eşim, ‘Niyazi!’ diye seslendiği zaman, bazen duymazdan geliyorum!” diyordu tebessüm ederek. Yavuz Bahadıroğlu adını seçerken, o dönem yaşanan bir sıkıntıyı şöyle anlatmıştı: “1970’lerde Bâbıâli’de bir kaht-ı rical (adam kıtlığı) vardı. Ben gazetede çalışırken o kadar çok yazıyorum ki, bir günde 4-5 yazıya Niyazi Birinci imzasını atmam gerekiyordu. Bunu biraz çeşitlendirelim dedik. Biraz da ‘adam kıtlığı mı var?’ dedirtmemek için, ayıp olmasın diye yazılarda kullanmak için farklı imzalar bulduk. Yavuz Bahadıroğlu dışında Şeref Baysal, Bahadır Alp, Veysel Akpınar, Selçuk Kuleli, Nurcan Sevinç imzalarını kullandım. Haber yapıyor, fotoğraf çekiyor, köşe yazısı yazıyorum... Bütün bunlara tek imza atmak garip oluyordu. Roman yazdığımda da hukuk müşavirimiz rahmetli Bekir Berk abi, ‘Bu böyle olmaz, gel sana başka isim bulalım. Senin ismin Yavuz Serdaroğlu olsun!’ dedi. Ben Yavuz ismini beğendim, ancak Serdaroğlu yerine, kendi soyumuzdan gelen Bahadıroğlu ismini daha sempatik buldum. Bekir abinin kızmasına rağmen, onda karar kıldık. Bana ‘Laz inadın tuttu.’ filan dediyse de öyle kaldı.”

İslam coğrafyasında zulüm son bulacak

Yavuz Bahadıroğlu hakkında, 20 Kasım 2004 tarihinde Birlik Vakfı tarafından Çemberlitaş’ta “Tarihi Sevdiren Adam” başlıklı bir saygı toplantısı düzenlenmişti. Birçok sivil toplum kuruluşu da desteklemiş, ben de o zaman çalıştığım Kubbealtı Vakfı adına programa katılarak kendisine bir hediye sunmuştum. Saygı gecesi, “Yazarlığının 35. Yılı” münasebetiyle gerçekleştirilmişti. Kalabalık bir dinleyici topluluğuna konuşmacılar hitap etmiş, Bahadıroğlu’nun hizmetlerini anlatmışlardı. O gece Prof. Dr. Sabahattin Zaim konuşmuş, Birlik Vakfı Başkanı İsmail Kahraman plâketi yazarımıza takdim etmişti. Bahadıroğlu da teşekkür konuşmasında, ilk yazıdan bugüne hep ‘doğruları' yazdığını, bundan sonra da kendisi hakkında yapılan övücü konuşmalara lâyık olmaya çalışacağını ifade etmişti. İslam coğrafyasında yaşanan zulümlerin bir gün son bulacağını söyleyen Bahadıroğlu, Osmanlı adalet anlayışının yeniden hayata geçmesiyle dünyanın huzura kavuşacağını dile getirmişti.

Evler Kıbleye dönük olmalı

ESKADER olarak biz de kendisini 30 Eylül 2010 tarihinde Bâbıâli Sohbetleri’ne dâvet etmiş ve dinlemiştik. Bahadıroğlu o gün “Osmanlı’da Mahalle Kültürü”nü anlatmış ve konuşmasına şöyle başlamıştı: “Mahalle kendi içerisinde kontrol, ahlâk, terbiye sistemiydi. Aynı zamanda mahalle, cemaatin bir arada yaşadığı ‘şehir’ idi. Şimdi mahalle yerine bize yabancı kelimelerle isimlendirilen sözde mahalleler ortaya çıktı. Osmanlı’da evler camiye dönük inşa edilirdi. Camii merkezli bir hayat vardı. Babamı ve diğer büyüklerimi rahmetle anarak bir hikâyemi anlatayım: 1967 sonlarında köyümüzde ev yapıyoruz, arsa küçük, evi sığdırmak lâzım. Babam yönü şöyle olmalı, evin ön tarafı kıbleye doğru olmalı diyor. Ben tabii gençlik heyecanıyla sordum. ‘Ne gereği var yön tespit etmenin.’ Bunun üzerine babam unutamayacağım şu sözü söyledi: ‘Genç adam evi kıbleye dönük olmayanın yönü de kıbleye dönmez kulağına küpe olsun.”

Mahallenin Merkezi Camilerdi

O gün büyük bir ilgiyle takip edilen konuşmasında Bahadıroğlu daha sonra sözlerine şöyle devam etmişti: “Mahallede hayat merkezi camii idi. Fatih semtinde mahalle olmadan evvel Fatih Camii inşa edilmiştir. Önce mahalle mescidi yapılır, mahalle onun etrafında oluşurdu. Camii vazifelilerinin selatin camilerinde (protokolde) yeri vardır. Mahallenin ortasında bir cami- mescid, mahallelerin ortasında bir selatin camii vardı. Osmanlı insanında İslâm kültürel boyutuyla da yaşanıyordu. Cemaat komşularıyla meselelerini paylaşıyorlardı. ‘

Fakir Çocukları Gezdirme Vakfı

Osmanlı’nın bir vakıf medeniyeti kurduğunu ısrarla vurgulayan Yavuz Bahadıroğlu son olarak sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Osmanlı Devleti, halkın yardımlarından dolayı bir vakfa dönüşmüştür. Her yerde sadaka taşları olduğu gibi, her evde de sadaka kutuları vardı. Toplanan meblağ mahallenin en fakirine bayramdan evvel teslim edilirdi. Ev halkı denince sadece anne-baba, iki çocuk değil, yaşlı büyükler de vardı. Günümüzde ise, huzurevleri ve ceza evleri inşa ediliyor. Osmanlı’da vakıf sistemi var. Bunlardan biri de , ‘fakir çocukları gezdirme vakfı’ O çocuklara haftalık, kendi çocukları yanında anne-baba olunur.”

FETÖ’cüler ona ambargo uygulamıştı

2014 yılının başında azgınlaşan ve o zaman “Paralelci” denilen FETÖ’cüler, kendilerini desteklemeyen bazı dindar yazarlara ve yayın evlerine sansür uyguluyordu. Türkiye genelinde kurdukları dağıtım şirketlerine bu yazarları ve kitaplarını almıyor, acımasızca ambargo uyguluyorlardı. Bu zalim güruhun gadrine uğrayanlardan biri de Yavuz Bahadıroğlu’ydu. Yazarımız, bunun üzerine 24 Ocak’ta Yeni Akit gazetesindeki köşesinde “Ambargo yedik ey halkım!” başlıklı bir yazı yazmış, sansürcüleri halka şikâyet etmişti. Şükürler olsun ki, benim kitaplarım da o güruhun sansürüne takılmıştı. Bu bed muameleye ESKADER olarak karşı çıkmış, resmi açıklamayla kınamıştık.

Ayasofya’nın açılışını gördü

Yavuz Bahadıroğlu herkesin sustuğu veya alçak sesle konuştuğu bir zamanda fikirlerini haykıran bir yiğitti. Diyebilirim ki Ayasofya’nın bir an önce açılmasını ve zincirlerinin kırılmasını en çok isteyen oydu. Bunu yazılarında okuyor, televizyon konuşmalarında dinliyorduk. İçimden, “İnşallah bu temenni ve ısrar, dua hükmüne geçer, netice verir ve Ayasofya açılır.” diyordum. Nitekim Ayasofya’nın 2020 yılında ibadete açılmasına en çok sevinen yine de oydu. En büyük arzularından birisi, Ayasofya’nın hürriyetine kavuştuğunu görmekti. Şükürler olsun ki gördü ve gözü açık gitmedi.

Karanlık bazı odalar ve kirli, rezil mevkuteler, vefatından sonra aleyhinde tezviratta bulundular. Ne gam! Koca bir millet ve gençlik onu muhabbetle bağrına basmış ya! Millet ve Devlet düşmanlarının Yavuz Bahadıroğlu’na düşman olmasından daha tabiî ne olabilir ki? Bazı kıskanç ‘sağcı’ görünümlü gazete müsveddeleri ise vefat haberini görmek istemediler. Onlara da Allah akıl fikir versin diyelim.

21 Ocak 2021 tarihinde Perşembeyi Cumaya bağlayan akşam ahiret yolculuğuna çıkan Yavuz Bahadıroğlu, dürüst bir gazeteci, yürekli bir münevver, inançlı bir yazar, yerli ve millî bir aydın, bütün bunların ötesinde medeniyetimize âşık, kültürümüze sevdalı, imanlı bir gönül insanıydı. 50 yıl boyunca kalemini Hakk’a ve hakikate adadı. Milyonlarca insanımıza tarih şuuru aşıladı. Cenabı Allah’tan kendisine rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekânı cennet, menzili mübarek olsun. Muhterem eşine, çocukları Aynur Hanım’a, Abdurrahman Şeref ve Mücahit Beylere, dostlarına, sevenlerine, okurlarına, bütün Türkiye’ye başsağlığı ve sabır diliyorum. İnşallah hatırası hiç unutulmayacaktır!