Tarih ve tarihüstü arasında islam
Esas problemden başlayalım: İslam’ın gündelik hayatın farklı alanlardaki deneyimleri, bizzat o tarihselliklerde negatif sonuçlar görününce, kısadan dinin ya da İslam’ın bir sorun ürettiği; dolayısıyla dine mesafeli olunması gerektiği argümanı açık ya da örtük biçimde kabul görmeye başlıyor. İşte tam da bu sebeple, dini söylemlerin tarihselleşme biçimlerinden evrensel negatif sonuçlar üretmek oldukça yanıltıcı olacaktır.
Pre-modern zamanlar ile modern zamanlar arasında dinin konumu açısından temel bir fark vardır. Çünkü Tanrı ve din, pre-modern dönemde evrenin merkezindedirler ve kozmolojiler de bu zihniyet çerçevesinde oluşmuştur. Fakat modern zamanlara gelindiğinde, din bu konumunu kaybetmiş ve bir indirgemeye maruz kalmıştır. Bu sebeple erken modernleşme teorileri dinin giderek insan ve toplum hayatında etkisini kaybedeceğini iddia etmişlerdi. Fakat öyle olmadı; tam tersine din çok farklı formlarda toplumlarda uç vermeye devam etti.
Din ve özelde İslam, insanın metafizik ve anlam soru(n)larına verilmiş cevapları içerdiğinden, öyle kolaylıkla kenara bırakılamazlar. İnsanın temelde cevabını aradığı sorulara cevap verebilme kapasitesine sahip yegane unsur dindir. Fani, güçsüz, eksik bir varlık olarak insan, ölümden ötesini bırakın, dünyayı bile kuşatabilecek güçte değildir. Bu durum, insanı sürekli olarak “tam”lığı arayışa götürmektedir. Dolayısıyla Tanrı’yı bırakıvermek, boşvermek öyle kolay bir şey değildir. Tam da bu sebeple, tüm negatif deneyimlemelere rağmen din insan hayatında olmaya devam edecektir.
Kur’an-ı Kerim’in bize bahsettiği din, iki boyutlu olarak ele alınabilir. Birincisi, genel olarak dünyaya bir bakış getiren, anlamlandıran ve yaşam tarzı öneren her şey dindir. Bu bağlamda, Marksizm kadar tanrısız yaşam biçimleri de bir dindir. İkincisi ise, özelde Hz. Adem’den (AS) bu yana sürekliliğe sahip olan ve tevhid merkezli önermesi ile tarihte görünür olan İslam’dır. Bu bağlamda İslam, farklı toplumsal gelişmişlik aşamalarında tarihselleşmiştir. Evrensel olan mesaj, farklı dönemlerde farklı tarihselleşmelerle kendisini gösterir.
Meselâ; Dört halife zamanında, dönemin etkileyici ve belirleyici unsurları içinde İslam bir tarihselleşme yaşadı. Hatta halifelerin her birinin tecrübesini birbirinden farklılaştıran tarihsellikler de vardı. Yine Emeviler döneminde, daha önceki dönemden bazı farklılaşmalarla ancak zamanın toplumsallıkları çerçevesinde İslam yine tarihselleşme imkanı buldu. Belki Emevilerle ilgili eleştirebileceğimiz çok husus olabilir; ama bu tarihsel tecrübe kesinlikle İslam’ın dışında okunamaz. Aynı şekilde Osmanlı Devleti 600 yıl süren iktidarında, İslam’ın bu tecrübesini bize faş etmektedir. İlk dönemlerinde dinamik bir deneyim gerçekleştirmişken, son dönemlerinde birçok sorunlarla uğraşmıştır. Osmanlı’nın ya da bir başka devletin yaşadığı bu süreçler, insan, toplum ve devlete dair oluşturduğu zihniyet ve pratiklerle ilgilidir. Elbette bu zihniyetin oluşumunda din önemlidir. Ancak burada daha çok insanın dinle sağlıklı bir ilişki kurup kuramadığı belirgin rol oynamaktadır. İbn Haldun Mukaddimesi’nde daha çok bu toplumsallaşma biçimlerine ve bunlara etki eden faktörlere dikkat çeker.
Bugünkü sorunlarımızın başında zaten İslam ile sağlıklı bir ilişki kuramamak gelmektedir. Söz gelimi; İslam üzerinden bir adalet söylemi geliştirilebilir; ama aynı şekilde ortaya konulan İslami söylemler adaletsizliğin üzerini de örtebilir. Marksizm, ikincisini dinin değişmez karakteri görmekle yanılıyor. Tamam söylemlerin hakikati ne derece ifade ettiği önemli; ancak nasıl bir tarihsellik üretileceği insanın çabalarıyla ortaya çıkıyor.