Tanrı’yı yalan çıkarmak
Üzerinde ilişkiler kurabileceğimiz ya da analiz yapabileceğimiz ikilemler bellidir; görünüş-hakikat, süje-obje. Buna ruh-beden, algı-gerçek, kutsal-seküler gibi bazılarını da dahil edebiliriz. Fakat bunlar arasında kurulan ilişki biçimlerinin değişimiyle, farklı paradigma, ideoloji ve düşünce akımları ortaya çıkmaktadır.
Önce soru(nu)muzu ortaya koymakla işe başlayalım. Descartes’a kadar düşünce daha çok insandan bağımsız bir hakikatin ve gerçekliğin varlığı; dolayısıyla bunların süje tarafından “keşfedilmesi” esasına dayanır. Bu ise, nihayetinde en üst hakikatten (=Tanrı’dan) başlayarak gerçeklik dünyasına ve dış dünyadaki eşyaların hakikatine göre insanın kendisini değiştirmesi esası üzerine temellenir. Platon’un görünüşler ve gerçek âlem ayrıştırması ile idealar âlemini gerçek, fizik dünyayı da görünüşler âlemi olarak sayması en bariz örneklerdendir.
Fakat Descartes varlığı düşünce düzlemine çekerken, aslında süjeyi de merkeze almıştır. Descartes, meditasyonlarında “düşündüğüm sürece varım” derken, süjenin bir dünya yaratmasının yollarını da döşemekteydi. Bu, Batı düşünce tarihi içerisinde farklı felsefecilerle adım adım gerçekleşirken, Kant meseleyi olgunlaştırmıştı. Böylece, bir yandan insanın yeni bir hakikat yaratmasının önü açılırken, diğer yandan artık süjenin değil dış dünyanın yeniden yaratılması imkan dahiline girmişti. Modernlik hakikatin kaynağını Tanrı’dan insana doğru çevirirken, atomize olmamış kategorik anlamda insanı kastediyordu. Bütün akılların aynı çalıştığı esasından hareket ederek, yeni epistemolojik düzlemde bir hakikat fikrini önermekteydi.
Ciddi anlamda eleştiriye uğrayan, kendisini din gibi evrensel olarak öneren bu anlayış, postmodern epistemoloji tarafından eleştiriye uğradı. Descartes zaten kendisinde varolan ve şüphe testinden geçen bilgilere açık ve bedihilik özelliği yüklerken bir yol açmıştı. Postmodern epistemoloji ise, atomize olmuş tek tek bireylerin kendi kapsama alanlarıyla sınırlı olmak üzere bilgiye bu bedihilik statüsünü tanıdı. Böylece herkes kendi hakikatini kendisi ortaya koyabiliyor.
Gelinen noktanın en başta dinlerin temel iddialarıyla bir gerilim ilişkisi içerisine gireceğini tahmin etmek zor değil. Erken sekülerleşme teorileri doğrulansaydı ve din tamamen insan hayatını terk etse idi, bu sorunlar artık konuşulmayacaktı. Fakat Tanrı’nın kapsama alanının Descartes’tan itibaren daraltılması, Tanrı’nın karşı tarafa gönderilmeye çalışılması bir kriz yarattı. Şimdi düşüncenin esas sorunlarından birisi olan kesinlik, hakikat, insanın hakikatle ilişkisi derin bir krize girdi.
İçinde yaşadığımız dünya, bu belirttiğimiz felsefe ve yaklaşımları sosyolojik düzlemde gündelik hayatında tüketim toplumu ve kültürü, yeni yaşam felsefesi, medya gerçekliği vb. birçok alanda yaşamaya devam ediyor; sosyal medya bunun önemli göstergelerinden birisidir. Artık atomize olmuş bireyler kendi hakikatlerini yaratmak konusunda giderek yetenek kazanıyorlar.
Fakat esas kriz; Tanrı’nın konumu ve statüsünde olmaktadır. Bireyin kendi hakikatini ve dünyasını yarattığı yerde, hakikat için uzlaşılabilecek bir başlangıç önermesi imkansız olduğu gibi, anlam problemi çıkarmakta, kendi yarattığı görünüşler âleminde insanı kaybetmesiyle onu şizofrenik durumlara itmektedir. İnsanların kendi hakikatini yaratabildiği her durum, “Tanrı’nın yalan çıkarılması” gibi tuhaf bir durumu yaygınlaştırmaktadır. Bu Tanrı-insan arasında bir egemenlik mücadelesi görüntüsü vermektedir.
Sürekli yeni bir paradigma gerekli derken, kastettiğim tam da bu noktadaki çabalarla gerçekleşecektir. Tanrı’dan başlayarak dünyanın, evrenin, eşyanın hakikatini yerli yerine yerleştirmek, epey zamandır bozulmuş olan varlıkları kendi konumlarına yerleştirmektir. İnsan, Tanrı olmadığını bilmelidir.