Tanrı'ya göndergesi olmayan Tanrı
Modernlik ontoloji ile epistemoloji arasındaki ilişki üzerinden yarattığı ciddi kırılma ile bir dünya inşa etmiştir. Ortaçağ’da bir dizi gelişmenin içinden yükselen modernlik, giderek bu yeni ilişki biçiminin kurumsallaşması ile bugünlere, yani postmodern duruma gelmiştir.
Pre-modern dönemde dış
dünyada insandan bağımsız bir hakikat olduğu düşüncesi, insanın bu hakikati
anlamaya çalışma, onu yakalama veya en azından kavrayamasa bile bir yerine
tutunma gibi bir tavrı da beraberinde getirmiştir. En büyük hakikat olan Tanrı
ve onun insanı kuşatan tüm varlık dünyasındaki tezahürü, insan tarafından bu
şekilde izlenmiştir. Tüm varlık dünyasının Tanrı’nın tezahürü olarak
algılandığı böyle bir dünyada, insan da Tanrı’ya, tabiata ve evrene uyum
anlamında kendisini değiştirmeye uğraşmıştır.
Böyle bir anlayışın hakim
olduğu pre-modern dünyada dikkat edilirse felsefenin de en önemli sorusu
mutluluk ve erdem üzerine olmuştur. Kimi yaklaşımlar tabiata uyumun mutluluk
getireceğini savunurlarken, insanın iç dünyasıyla uyumu da önem verilen bir
nokta olagelmiştir. Ama son kertede erdem, insanın kendisini değiştirmesi
üzerinden tanımlanan bir olgudur.
Modern zamanlara geçişte
kırılma noktası Descartes’tır. Descartes’ın kendinden önceki varlık anlayışını
değiştirerek varlığı zihin içine çekmesi, insanın epistemolojik bagajı ile
eşyayı ve dış dünyayı değiştirebileceğine olan inancı devreye girmiştir.
Kant’ın “kendinde şey”in bilinemeyeceğinden bahisle eşyayı ve varlık dünyasını
insanın kendinde içkin kategorileri ile tanımlayabileceği iddiasıyla bu bakış
açısı yerleşmiştir. Böylece insanın kendisini değiştirmesi değil eşyayı ve dış
dünyayı değiştirmesi önplana çıkmıştır.
Burada en önemli değişim
eşya ve varlık ile onun hakikati arasındaki ilişkide insanın epistemolojik
üretimlerle devreye girmesi; bir anlamda eşya ve varlığın insan tarafından
değiş(tiril)en bilgisi ile insan ve eşya arasındaki ilişki biçiminin; çok genel
anlamda insan ile dünya arasındaki anlam ilişkisinin dönüşmesidir. Bu öyle bir
dönüşümdür ki, insan eşyaya yüklediği yeni anlam ile eşyanın hakikatinin
değişeceğini beklemektedir. Diğer yandan epistemolojinin gerçeklik ve
ontolojiye öncelenmesi sonucu şöyle bir ilişki biçimi yaratmıştır: Araba gibi
bir gerçeklikten öte arabaya dair ürettiği epistemoloji ile arabanın insanı
taşıyabileceğini iddia etmektedir.
Bu durum uzun vadede bir
yandan insan (özne) ile eşya diğer yandan ontoloji ile epistemoloji arasındaki
ilişkide temsil krizi oluşmasını sonuçlamıştır. Modernlik zaten vahyin yerine
ikame olarak epistemolojik bir kesinlik öngörmüştü. Fakat postmodernlik her
şeyden önce bir temsil kriziyle kendisini göstermiştir.
Temsil krizi insanın
önündeki eşya ve varlık dünyasının en azından tanımlandığı gibi
olmayabileceğini; insanın kendi kategorileri yaptığı tanımların eşyaya
tekabüliyetinin imkanını tartışmaya açmıştır. Artık gelinen noktada krizi daha
da derinleştiren nokta, fizik gerçeklikten bağımsız bir gerçekliğin yaratılıp
yaratılamayacağı üzerinedir.
Peki bunun anlamı nedir?
Bu epistemolojik manipülasyonu derinleştirerek, gerçekliğe hiç bağlı olmayan
temsilin de anlamını bitiren tamamen sanal bir dünya yaratma çabasıdır.
Metavarse’e doğru geçiş bu çabanın bir uzantısı olarak durmaktadır. Bizim
buradaki en temel soru(nu)muz ise, zaten postmodernlikle birlikte yükselen bir
paganlık vardı. Bu paganlık ister istemez Tanrı gerçekliğine referansta
bulunmaktaydı. Sorun bir temsil sorununu işaretlemekteydi. Fakat şu anda
Tanrı’ya göndergeleri olmayan bir Tanrı anlayışı ile karşı karşıyayız.