Tanrı'nın ilkelerini anlamak
İnsanlık tarihi dikkatle gözden
geçirildiğinde, uçtan uca savrulmaları görmek zor olmayacaktır. Bu bağlamda
Ortaçağ’da din adına irrasyonaliteye savrulan bakış açısından, adım adım
Tanrı’dan kopuşa doğru gelinmiştir. Burada Ortaçağ’da kilisenin tahakkümünden
kurtulmaya çalışmak ne kadar olumlu bir tavır olduysa, bunun Tanrı ile
ilişkisini dengeleyememesi de bir başka handikapı ifade etmektedir ki, bugün
bunun sonuçlarını yaşamaktayız.
Bugün en büyük sorun müslümanların
post/modern dünya karşısında, onu aşacak bir tez geliştiremedikleri için irrasyonaliteye
hızla savrulmalarıdır. Bu durum müslümanların ciddi anlamda gerçeklikten
kopuşlarını birlikte getirmiştir. Öyle ki artık dünyaya global öneriler
getirmeyi bir kenara bırakalım, kendi teritorisini şekillendirecek içerikleri
bile kaybetmektedir. Bu dini ve Kur’anı bir okuma biçiminden kaynaklanmaktadır.
Öncelikle insan için inanç (özel anlamda
iman) gerçekten önem taşımaktadır. Bu, bir yandan insanın motivasyonunu teşvik
ederken, diğer yandan kendi gerçekliğini kurmasını sağlamaktadır. Bu bağlamda
Tanrı’dan kopuş modern zamanlarda insanın da ciddi krizini birlikte
getirmiştir.
İslam açısından imanın ilk anlamı;
Tanrı’yı var ve bir kabul etmekle evrene dair bir gerçekliği kabul etmiş
olmasıdır. Bu sebeple kişi iman ederken aslında bu gerçekliğe şahitlik ettiğini
bildirmektedir. (Eşhedü) Burada islam (teslimiyet) insanın bu devasa evrende
sınırlı ve sonlu bir varlık olarak Tanrı’nın mutlak egemenliği karşısındaki
konumunu tayin etmektedir. Tarih boyunca insanların kendi hadlerini aşan
bildirimleri, kutsal kitaplar tarafından uyarılmakta ve eleştiriye
uğramaktadır. Çünkü insan sınırlı ve sonlu bir varlık olduğunu bilmek
durumundadır.
Tanrı’nın mutlaklığı İslam düşüncesi
içerisinde kimi zaman insana dair yanlış yüklemelerin yapılmasını
sonuçlamaktadır. İnsanın değerini küçülten, onu hiçleştiren söylemler bu
türdendir. İnsan sınırlı ve sonlu bir varlık olmasına rağmen, Tanrı’nın
karşısında ciddi bir muhataptır. Onun sahip olduğu fiziki ve entelektüel
kapasite geliştirilebilir ve kendi sınırlarının (ki bu sınırlar bile
muazzamdır) üst düzeyine çıkarılabilir.
İşte insan tarih boyunca sahip olduğu bu
kapasiteyi fenomenal dünyada kullanmıştır. Özellikle yakın dönemlerde fizik,
kimya, astronomi, tıp vb. kadar insan bilimlerinde de epey yol kat etmiştir.
Çoğunlukla Batı’da üretilen bu bilgilerin çıktıları konusunda tabii ki eleştiri
hakkını her zaman mahfuz tutarız. Ancak İslam dünyası kimi zaman moderniteye
itirazını dile getirmek kimi zaman da yenilmişlik duygularını telafi etmek
amacıyla Batı’nın bu boyutuna yeterince ilgi duymamıştır. Batı tabiatı
Tanrı’nın yazılı olmayan bir kitabı şeklinde algılayıp, işleyiş ilkelerini
tespit etmek isterken doğru davranmıştı; ancak tabiatı ve insanı Tanrı’dan
koparınca handikapa düştü.
Müslüman toplumlar ise tabiatı bu minvalde
okuyamadıkları gibi Kur’an’ı da okuyamadılar. Sözgelimi; “Tanrı dilediğini yapar”
sözünü söylerken, Ondan irrasyonal beklentiler içine girdiler. Eğer
acıkmışsanız, gidip para kazanacak, yiyecek alacak, pişirecek ve yiyeceksiniz.
Yoksa Tanrı size üç öğün sofra indirmeyecek. Müslümanlar zor zamanlarında
buradan kurtulmak için rasyonalite ve bilimi kullanmadılar. Hz. Yusuf kıssasını
okunduğunda, oradan bir toplumun her alanda stratejisini kurmanın ne demek
olduğunun anlaşılması gerekir. Dua etmek önemli ve gereklidir. Tanrı ile
insanın konumlarını hatırlatır. Ancak her şeyi dua ile halledeceğini ummak
başlı başına bir sıkıntıdır. Çünkü sorunlarınızı o günkü bilgi ve
enstrümanlarla halletme çabası gereklidir.