''Tanrı''nın aklını çözmek''
Batı Ortaçağ’ında düşünsel, siyasal, kültürel vb. her alanda yaşanan tıkanıklık, farklı biçimde çözülmeye çalışılmıştı. Kilisenin kurduğu tahakküm Kutsal kitabın kendi çağında açılımcı bir şekilde yorumlanmasına izin vermiyordu. Bu sebeple gözler, dış âleme doğru çevrilmişti.
Dış âlemin (tabiat) yeniden yorumlanmasının ince bir ayarını tutturmak gerekiyordu. Söz gelimi hiçbir zaman dine karşı tepkisel davranan ve dine yer vermeyen bir anlayışın karşılık bulması söz konusu değildi. Bunun birinci sebebi kilisenin konjonktürel olarak gücü ve baskısı. İkincisi de, dine yer vermeyen bir teorinin toplumda başarısız olma ihtimali. Marx gibi isimler bile, dini yanlış bilincin bir ürünü olarak görmekle birlikte kitleler için dinin gerekliliğini savunmuşlardır.
Gözler tabiata çevrilip tabiat tekrar yorumlanmaya başlandı. Zihni geçiş aşaması, tabiatın da Tanrı’nın bir kitabı olduğu, bu kitabın çözümlenmesi gerektiği argümanı üzerine oturuyordu. Nihayetinde Tanrı tabiatı ve dünyayı belirli ilke ve prensipler üzerine yaratmıştı ve tabiat da bu ilkeler üzerine işlemekteydi. Dolayısıyla bu ilke ve nedenselliklerin bilinmesi durumunda tabiat, dünya ve insana hakimiyetin elde edileceği kabul gördü ve bu anlayışla bilimsel gelişmeler hızlandı.
Hatta o dönemlerdeki temel soruyu şöyle özetleyebiliriz: “Tanrı’nın bilgisini elde etmemiz mümkün müdür?” Doğrusu Batı düşüncesi, hep bunun imkanı üzerine bilimsel anlayışlarda bir yol katetmiştir. Ancak dikkat edilirse “Tanrı” insanın zihninde sürekli mükemmel bir varlık olarak durmaktadır. Fakat Batı düşüncesinde bugün de önemini koruyan tartışma Tanrı’nın konumuna dairdir.
Yukarıdaki soruya Batı’da bir soru daha eklenmiştir ve aslında bugün de hala bilimsel çalışmaları hızlandıran ve geliştiren bir sorudur: “Tanrı’nın aklı nasıl işlemektedir?” belki bu soruyu antropomorfist bularak yadırgayanlar olabilir. Ancak Tanrı’nın aklını çözme çabasının bir yandan teolojik diğer yandan bilimsel ve teolojik önemli sonuçları olacaktır. Nitekim olmaktadır da. Bugün modern ve postmodern teolojiler, Tanrı ile yeniden bir ilişki kurarlarken, dünyanın diğer dinlerindeki geleneksel teolojileri de cevap vermeye zorlamaktadırlar. Öte yandan yapay zeka vb. bir takım gelişmeler, aslında tam da Tanrısal aklın işleyişi sorusu etrafında bir şekil alıyor.
Müslüman toplumlar bugün kurumsal din anlamında yeni gelişme ve meydan okumalara cevap verme kapasitelerinde zayıflamalar yaşamaya devam ediyor. Meselâ; “Tanrı’nın aklı nasıl işlemektedir?” sorusunu bile kolaylıkla tolere edecek durumda değiller. Yani böyle bir soruyu daha doğrusu birçok soruyu iman-küfür çerçevesi içerisinde okuyarak, daha baştan anlamsızlaştırmaktadırlar. Fakat her seferinde soruyu batı düşüncesi sorup cevaplar ve imkanlar üretirken, müslüman toplumlar bunun etkilerine maruz kalıyorlar. Sonunda, teolojinin de teknolojinin de çerçevesini onlar belirliyor; diğer toplumlar sadece tüketiyor.
Bu zihin dünyası, kendi referanslarımızı okuma aczimizi bize gösteriyor aslında. Hikmet –ki benim tüm yazılarımın anahtar kavramıdır- kavramı Kur’an’da 20 kez geçmektedir. İlim adamlarımız hikmetin çok geniş ve farklı tanımlarını yapmışlar. Üçü şöyle: “Eşyanın manalarını bilmek ve anlamak”, “Kişinin Allah’a benzemeye çalışması”, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak.” (Bkz. Elmalı tefsiri) Bu ve benzeri anlamlar, Tanrılaşmadan insanın her bakımdan mükemmelliğe talip olmasını öneriyor bizlere. Müslümanlara düşen ise, iyi sorular sormak ve sonra onlara cevaplar aramaktır.