Tanrı varsa, ümit de var
En kötü olan şey; insanın içinde bulunduğu durumdan kurtulacağına dair bir ümidinin olmamasıdır. Şu anda dünya ölçeğinde sezinlediğim genel bir sorundan bahsetmemiz gerekirse, bunun ümitsizlik hali olduğunu söyleyebiliriz. Peki ne oldu da insanlık böyle bir konuma geldi?
Bugün global ölçekte yayılan yoksullaşma, virüsler üzerinden dünya savaşları, insanın birden içinden çekilip gittiğini hissettiği mutluluk, aile, insan ilişkileri, dayanışmanın zayıflaması, yalnızlaşma, bir yandan ümitsizliğin sebepleri, diğer yandan da onu besleyen ögeler olarak pratik hayatımızın içinde yayılmaya devam ediyorlar. Çoğu zaman ekonomik kaygıların öne geçmesi, ağır insanlık sorunlarını fark etmemizi engelliyor. Ama her bir sorunun birbiriyle bağlantılı sonuçlar ürettiğini de göremiyoruz.
İçinde yaşadığımız zaman diliminde sol ve liberalizm gibi farklı ideolojilerin teori ve deneyimlerinin bize bir ümit ışığı yakmadığı tecrübe edildi/ediliyor. Öte yandan dünya ölçeğinde kurumsal dinlerin de sorunlara cevap verebilme kapasitesindeki yetersizlikler, farklı tecrübelerle hayat içerisinde faş oluyor. Tam da bu noktada, müslüman toplumlarda varolan ümitsizliğin bizzat İslam’ın kendi varlığına doğru ilerlediğini de görmekteyiz.
Bazıları artık ideolojiler ve hatta dinlerin devrinin geçtiğini, bu kategoriler içinden hayata bakma ve onu anlamlandırma devrinin kapandığını iddia ediyorlar. Postmodern aurayı tanımlayan bu bakış açısı, zaten sorunların kaynağı olan “güç” merkezli bir dünyayı pekiştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Bu durum aslında klasik ideolojiler ve hatta mevcut İslam anlayışlarına (bunu genel olarak din olarak da okuyabilirsiniz) dair çerçevenin, insanlığın sorunlarını karşılama bağlamında dar geldiğini göstermektedir daha çok.
Fakat hayata bir başlama noktası (starting point) ve “anlam” üzerinden bakmadığınız zaman, onunla nasıl irtibat kuracağınız da sorunsala dönüşür. Dolayısıyla hayatın tüm detayları, bugün olduğu gibi gücü ellerinde bulduranların dayattığı “anlam(sızlık)”larla örülmeye başlar. Nihayetinde o güç merkezlerinin insanı temellük ederek köleleştirmesi kaçınılmazdır. Peygamberlerin ilk yaptıkları şeyin, “anlam” vermek ve insanı kula köle olmaktan kurtarmak olduğunu bilmeliyiz. Ali Şeriati’nin “Dine karşı din” söylemiyle de anlatmaya çalıştığı şey; bu köleleştirmenin din formatında da olabileceğidir.
Günümüzde birçok İslami ve dini söylemi eleştirmek mümkündür. Dinin bir Pazar ekonomisine dönüştürüldüğü yerde, temel problem insanlığın kurtuluşu olmaktan çıkmakta ve din pazarın bir ürünü haline dönüşmektedir. İnsanların “din”den mesafe almalarının bir sebebi de budur. Fakat bunun yanlış bilinçten kaynaklandığını unutarak insanın elindeki yegane imkan olan “Tanrı”yı paranteze alarak yürümesi sizce mümkün müdür?
Kant’ın Tanrı’yı dışarıda bırakarak (ya da ilgisiz kalarak) inşa ettiği düşünce karşısında Rorty, “niçin kötü olmayayım” diye soruyordu. Arayış ve çabalarına değer verdiğim Camus, benim nazarımda “La” kısmını bulmuştu; kula kulluğun kötülüğünün farkına varmıştı. “İlla” kısmını da bulmasını gönülden isterdim. “Ölüm” sorusunun içinden çıkamayan ve varoluşsal sorunlarla boğuşan Heidegger’in, insanın tüm enstrümanlarının imkanlarını zorladıktan ve yorgun düştükten sonra “Bizi ancak Allah kurtarabilir” demesini anlamlı buluyorum.
İnsanın devasa güçler tarafından güçsüzleştirildiği, köleleştirildiği, imkan ve potansiyellerinin daraltıldığı bir dünyada “Tanrı”, hem başlangıç noktası hem de anlam açısından önemli bir imkan sunmaktaydı. Bu anlam kaybı, önümüze ümidin yokolması şeklinde geliyor. Halbuki ancak Tanrı varsa, ümit vardır.