Tanrı olsanız ne söylersiniz?
Özellikle son
on yıla gelinceye kadar din, muhafazakar, islamcı geniş bir çevrenin direnç
söylemini oluşturmakta idi. Modernleşme tüm dünyada ciddi bir kırılma
yaratırken ve modernitenin dine yönelik negatif söylemleri ile birlikte
düşünüldüğünde özelde İslami söylem bir kurtuluş içeriği taşımakta idi.
En azından
şahitlik ettiğim 1970’li yılların sonundan itibaren bugüne kadar gelen süreçte,
dünyanın her bakımdan daha da kötü hale geldiği, değerlerin tükendiği ve
insanlığın umudunu kaybettiği dile getirildikten sonra, tüm bunlar karşısında
İslam’ın bir çözüm olduğu kuvvetle vurgulanırdı. İslam’a dair bu umut dili,
aynı zamanda bu çevredeki insanların içinde bulundukları ekonomik, siyasi,
sınıfsal, toplumsal konumlarını değiştirme taleplerini ifade etmekteydi.
Türkiye’de bu
süreçte bugünkü konjonktürün oluşumunda üç önemli değişim yaşandı. Birincisi,
1980 sonrası Özal iktidarı ile birlikte muhafazakar ve İslamcı çevreler
sınıfsal ve ekonomik mobilizasyon yaşadılar. İkincisi, siyasi ve toplumsal
olarak merkeze doğru yürüdüler. Üçüncüsü, dünya konjonktüründe küreselleşme
bütün dispozitifleriyle kendisini gösterdi. Öyle ki, bugün postmodern küresel
dünya temel ilişki ağlarını ve yaşam tarzını belirlemektedir.
Bu bileşenler
etrafında islami söylemlerin ve onun dayandığı birikimlerin aynı kalması tabii
ki düşünülemez. Nitekim Batı’da Rönesans ve Reform’a gelmeden önce başlayan
sermaye birikimi ve dışa açılma süreci mevcut Hıristiyanlığın sorgulanmasına
sebep olmuş; netice dünyevi olana da referans veren Protestanlık buradan
doğmuştu. Aslında özelde Türkiye’de genelde İslam dünyasında şu an böyle bir
açılımın sancıları yaşanmaya devam etmektedir. Bu durum ayrıca bir analizin
konusudur.
Fakat bu
minvalde din, vahiy, Tanrı, kitap vb. gibi en temel konular üzerine son
dönemlerde tartışmalar yükselmeye başladı. Yayımlanan birtakım kitaplara
baktığımız zaman, bunların varolan islami söylemleri eleştiren, hatta bireysel,
dünyevi söylemlere de yer veren nitelikte olduğunu görmekteyiz. Doğrusu
eleştiriye hiçbir itirazım yok.
Eleştirilerin
bizzat dinin ana gövdesi ve temel varsayımlarına yönelik olması dikkat
çekmektedir. Büyük oranda dünya genelinde müslümanların
yaşattıkları/yaşadıkları başarısızlıklar arttıkça, bu eleştirilerin daha
derinlere indiğini görebilmekteyiz. Burada İran’ın iyi bir örnek olduğunu
görmekteyiz. 1979 Devrimi’nin ardından İran’da yıllar geçtikçe özgürlükler
daralmakta, sıkı bir dinsel rejim uygulanmaktadır. Burada baskıyı en başta
hisseden iki önemli düşünür Abdülkerim Suruş ve M. Müctehid Şebusteri’dir.
Suruş, en son Türkçe’ye de çevrilen “Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed”
isimli kitabında vahyin tabiatını tartışmakta ve sonuçta vahyin nebevi
rüyaların rivayeti olduğuna hükmetmektedir. Fakat tüm bunlarla varmak istediği
yer din için geniş bir açılım sağlamaktır. Şebusteri ise dinsel tecrübeyi öne
çıkararak, dini yeniden kavramayı önermektedir.
Bu minvalde
bizde yapılan vahyin tabiatı tartışmalarında içerikli tartışmalar oluşabilmiş
değildir. Çoğunlukla refleksif karakterli seyreden bu tartışmalar İslam
tarihinin erken dönemlerinde yapılanların içeriklerinden yoksundur. Üstelik
burada kurulan dil, çok üsluplu ve bilimsel tarzda gelişmediği gibi daha çok
toplumdaki siyasi gerilimler ekseninde bir çizgiye oturmaktadır.
Benim dikkat
çekmek istediği nokta ise, bir kısım iddialar Kur’an’ın sözlerini Allah’a
yakıştıramamak gibi söylemler üzerinden işlemektedir. Onlar nasıl bir kutsal
kitap bekliyorlar bilmiyorum. Ancak zihinsel arkaplanlarında insanlığın
“ilerlediği” gibi bir mitoloji duruyor görünmektedir. Onlara sormak isterim;
“Tanrı olsanız ne söylersiniz?”