Dolar (USD)
35.17
Euro (EUR)
36.80
Gram Altın
2963.60
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
09 Kasım 2022

Tanrı olsanız ne söylersiniz?

Özellikle son on yıla gelinceye kadar din, muhafazakar, islamcı geniş bir çevrenin direnç söylemini oluşturmakta idi. Modernleşme tüm dünyada ciddi bir kırılma yaratırken ve modernitenin dine yönelik negatif söylemleri ile birlikte düşünüldüğünde özelde İslami söylem bir kurtuluş içeriği taşımakta idi.

En azından şahitlik ettiğim 1970’li yılların sonundan itibaren bugüne kadar gelen süreçte, dünyanın her bakımdan daha da kötü hale geldiği, değerlerin tükendiği ve insanlığın umudunu kaybettiği dile getirildikten sonra, tüm bunlar karşısında İslam’ın bir çözüm olduğu kuvvetle vurgulanırdı. İslam’a dair bu umut dili, aynı zamanda bu çevredeki insanların içinde bulundukları ekonomik, siyasi, sınıfsal, toplumsal konumlarını değiştirme taleplerini ifade etmekteydi.

Türkiye’de bu süreçte bugünkü konjonktürün oluşumunda üç önemli değişim yaşandı. Birincisi, 1980 sonrası Özal iktidarı ile birlikte muhafazakar ve İslamcı çevreler sınıfsal ve ekonomik mobilizasyon yaşadılar. İkincisi, siyasi ve toplumsal olarak merkeze doğru yürüdüler. Üçüncüsü, dünya konjonktüründe küreselleşme bütün dispozitifleriyle kendisini gösterdi. Öyle ki, bugün postmodern küresel dünya temel ilişki ağlarını ve yaşam tarzını belirlemektedir.

Bu bileşenler etrafında islami söylemlerin ve onun dayandığı birikimlerin aynı kalması tabii ki düşünülemez. Nitekim Batı’da Rönesans ve Reform’a gelmeden önce başlayan sermaye birikimi ve dışa açılma süreci mevcut Hıristiyanlığın sorgulanmasına sebep olmuş; netice dünyevi olana da referans veren Protestanlık buradan doğmuştu. Aslında özelde Türkiye’de genelde İslam dünyasında şu an böyle bir açılımın sancıları yaşanmaya devam etmektedir. Bu durum ayrıca bir analizin konusudur.

Fakat bu minvalde din, vahiy, Tanrı, kitap vb. gibi en temel konular üzerine son dönemlerde tartışmalar yükselmeye başladı. Yayımlanan birtakım kitaplara baktığımız zaman, bunların varolan islami söylemleri eleştiren, hatta bireysel, dünyevi söylemlere de yer veren nitelikte olduğunu görmekteyiz. Doğrusu eleştiriye hiçbir itirazım yok.

Eleştirilerin bizzat dinin ana gövdesi ve temel varsayımlarına yönelik olması dikkat çekmektedir. Büyük oranda dünya genelinde müslümanların yaşattıkları/yaşadıkları başarısızlıklar arttıkça, bu eleştirilerin daha derinlere indiğini görebilmekteyiz. Burada İran’ın iyi bir örnek olduğunu görmekteyiz. 1979 Devrimi’nin ardından İran’da yıllar geçtikçe özgürlükler daralmakta, sıkı bir dinsel rejim uygulanmaktadır. Burada baskıyı en başta hisseden iki önemli düşünür Abdülkerim Suruş ve M. Müctehid Şebusteri’dir. Suruş, en son Türkçe’ye de çevrilen “Nebevi Rüyaların Ravisi Hz. Muhammed” isimli kitabında vahyin tabiatını tartışmakta ve sonuçta vahyin nebevi rüyaların rivayeti olduğuna hükmetmektedir. Fakat tüm bunlarla varmak istediği yer din için geniş bir açılım sağlamaktır. Şebusteri ise dinsel tecrübeyi öne çıkararak, dini yeniden kavramayı önermektedir.

Bu minvalde bizde yapılan vahyin tabiatı tartışmalarında içerikli tartışmalar oluşabilmiş değildir. Çoğunlukla refleksif karakterli seyreden bu tartışmalar İslam tarihinin erken dönemlerinde yapılanların içeriklerinden yoksundur. Üstelik burada kurulan dil, çok üsluplu ve bilimsel tarzda gelişmediği gibi daha çok toplumdaki siyasi gerilimler ekseninde bir çizgiye oturmaktadır.

Benim dikkat çekmek istediği nokta ise, bir kısım iddialar Kur’an’ın sözlerini Allah’a yakıştıramamak gibi söylemler üzerinden işlemektedir. Onlar nasıl bir kutsal kitap bekliyorlar bilmiyorum. Ancak zihinsel arkaplanlarında insanlığın “ilerlediği” gibi bir mitoloji duruyor görünmektedir. Onlara sormak isterim; “Tanrı olsanız ne söylersiniz?”