Tanrı ile insan arasında
Modern
teolojinin merkezi ögesinin insan olduğundan bahisle, bugün teolojik
tartışmalarda Tanrı ve insanın konumuna dair krizden bahsetmiş ve İslam
düşüncesinin nasıl bir kelami anlayışla geleceğe yön vereceği üzerine sorular
sormuştuk.
Doğrusu bu sorunu sadece entelektüel bir
tartışma görerek geçiştirmek, aslında gündelik hayatın pratikleri ile
örtüşmemektedir. Çünkü Tanrı insan ilişkisi ve hatta kimin otorite olduğuna
dair temel sorun gündelik ilişki ve pratikler üzerinden rahatlıkla
okunabilmektedir. Bunları birer mikro sorun olarak görüp sadece ekonomik,
sosyal, siyasal vb. alanlarla sınırlı olduklarını zannetmek yanıltıcıdır. Çünkü
evren anlayışınızı nasıl bir felsefe üzerine kurduğunuz önem taşımaktadır.
Bu
sorunu aslında Yetkin Düşünce dergisinin 6. Sayısında “İlahiyatın İnsan Krizi”
başlıklı makalemde tartışmıştım. Hatta bu konuda daha genişletilmiş olarak
yazmaya başladığım kitap çalışmam da devam etmektedir. Dolayısıyla burada temel
problemi ve tezimizi ifade ederek kısaca bir analiz yapmayı deneyeceğiz.
Modern
teolojinin merkezinin insan olması antropolojiyi modernliğin bir kelam bilimi
haline getirmiştir. Genelde bir insan bilimi olarak antropoloji, insanı
organizmadan başlayarak (fiziksel antropoloji) kültür üreten ve o kültür
tarafından sarılan (kültürel, siyasal, sosyal antropoloji) bir varlık olarak
ele almaktadır. Fakat açık ve örtük biçimde antropoloji üzerinden “insani”
olana referansla insanın tüm edimlerinin modern dünya ve hayat için teolojik
bir zemin olarak kabul edilmesi söz konusudur.
Fakat
burada insanın bir niteliğinin ya üstü atlanmakta ya da farkına
varılamamaktadır. Kur’an-ı Kerim’in deyişiyle “Fücur ve takva” gibi çifte
boyuta; dolayısıyla iyi ve kötüye kabiliyetli insanın tüm yapıp etmelerinin
meşrulaştırılması söz konusu olmamalıdır. Halbuki kendisini bir kelam olarak
antropolojiye yaslayan modern teoloji, bugün gündelik hayata yansımaları
dikkate alındığında insanın “fücur”unu bir sorun yapmamaktadır. Dolayısıyla
gerilim noktalarından birisinin bu olduğunun farkına varılmalıdır.
Geçen
hafta vefat eden rahmetli Hasan Hanefi, 1970’li yıllarda Türkçe’de yayımlanan
“Teoloji mi Antropoloji mi?” isimli makalesinde artık yeni teolojinin
antropoloji olması gerektiğinden bahsetmekte; bundan sonra İslam dünyasının
ihtiyacının insandan mülhem kalkınma, ekmek, özgürlük üzerinden bir zemin
geliştirmesini istemektedir.
Aslında
Hanefi’nin itirazlarında çok önemli merkezi bir nokta bulunmaktadır. O da İslam
dünyasının ekonomik, sosyal, siyasal anlamda yetersizlikleri ve insanın
değersizleştirilmesidir. Bunu Hanefi bazan açık bazan da örtük biçimde bir
sorunsal olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla İslam dünyasındaki
mahrumiyetlere daha çok vurgu yapmaktadır.
Fakat
biz Tanrı ile insan arasındaki ilişkide bir dengesizlik olduğunu; dolayısıyla
sorunların bu ilişkideki dengesizlikte ortaya çıktığını düşünüyoruz. Biz
Tanrı’nın merkezi konumunu kabul etmekte fakat Tanrı’dan insana ve tekrar
insandan Tanrı’ya doğru bir seyrü seferin olması gerektiğini kabul etmekteyiz. İslam
dünyasında bilhassa neo-selefi hareketler ve hatta islam düşüncesinin birçok
yaklaşımı Tanrı yanında “insan”a hiç yer açmazken, Tanrı’dan başlayan sefer
insana ulaşmamaktadır. Modern düşüncenin insandan başlayan seferi ise Tanrı’ya
ulaşamamaktadır.
Dolayısıyla
bugün kelamın sağlıklı bir zeminde inşası için, İslam dünyasında hala yaşanan
insan krizi için (ki bu insan krizi varlık, bilgi, ahlak ve gündelik yaşamda
yansımalarını bulmaktadır) Tanrı’dan başlayan seferin insana ulaşması ve oradan
tekrar Tanrı’ya doğru hareket ederek seferini tamamlaması gerekmektedir. Tabii
ki bunu uzun uzun analiz ve inşa etme zorunluluğu bizi beklemektedir.