Takıldıklarım...
Bu köşede yazdıklarımızı okuma sabrını gösterenlerin gözünden kaçmamıştır; mümkün mertebe günceli konu edinen yazılar yazmamaya özen gösterdiğimiz... Bu şekilde davranmamızın sebebi, gündemdeki konulara ilgi duymamamız değil elbette ki... Buradaki amacımız; işin bu yanını güncelle daha yakından ilgilenenlere ve kendilerine yazı konusu olarak seçenlere bırakmaktır... Ne var ki; arada bir de olsa; Düşüncelerimizi ve tabii ki zihnimizi aşırı derecede rahatsız eden olayların da etkisiyle, içeriğinde bu tür noktalar taşıyan yazılar yazmaktan ve bazı konulara takılmaktan da kendimizi alamıyoruz.
Dayatmalarla dolu bir düşünce dünyasının kapıkulları olan ve modernizmle, onun getirdiği düşünce tarzının yabancısı olan bizlere, gerek şehri ve gerekse ülkeyi ilgilendiren bu tür konularda, arada bir kalem oynatmak, bir anlamda rahatlama sağlıyor desek yeridir. Bu yazı; karamsar bir bakış açısı serdetse de yine de yazmakta ısrarlıyım.
Ümit verici de olsa; münferit hadiselerin zuhura gelmesi mutlu kılmıyor beni... Birileri bu kadarla yetinmeyi bir erdem kabul edip, bundan mutluluk duyuyorlarsa onu bilemem. Meselâ; hamâsî nutuklarla öve öve bitiremediğimiz şehirlerimize, irdeleyici gözle bir bakın. Dikkatle ve biraz da; neyin kasaba, neyin şehir, neyin büyükşehir vasfını hâiz olduğunu düşünerek bakın...Bakmasını ve görmesini bilerek bakın... Planını (ya da plansızlığını), temizliğini, şehri meydana getiren yerleşim bölgelerindeki haraplığı, yağmur ya da eriyen kar sularının şehri nasıl pisleştirdiğini ve çoğunun henüz bir kültür merkezine bile sahip olamadığını, daha nice nice sefil görüntülerini aklınıza getirerek bakın... Her yaz; bozulan yerlerine yama yapılan ve her bahar yine delik deşik olan bu yerleri toprakla doldurup, ardından yama yapılan yollarını... Acaba bu yollarda araba kullanıp da, sinirleri bozulmayan sürücü var mı?
Bu yazdıklarımız bizim özellikle mahallî sıkıntılarımızdan sadece birkaçı... Ya ülkeyle ilgili takılmalarımız..."Bir dokun bin âh işit kase-î fağfûrdan " sözündeki kadar olmasa bile; genel bir bakış açısıyla, "âh"ların sayısı hiç te az değil ülkemizde...En büyük "âh"ımız; geçmişin dümenine takılıp kalmak olsa gerek...Her ne kadar birileri; dümende kendilerinin olduğunu iddia etseler de, başka birileri tarafından otomatiğe bağlanmış bu dümenle; işleri yürütmenin zorluğu ve faydasızlığı ortadadır.
Bir ara; çoğunluk olarak bazı küçük düşüncelerden sıyrıldığımızı ve komplekslerimiz sebebiyle oluşan içe kapanmışlığımızdan kurtuluyor gibi olduğumuzu gördük. Fakat, ardından gelen dalgalar, bizi yine eski yerimize geri döndürdü ve kısır çekişmelerin, sen-ben kavgasının, ülkeye ve millete yararı olmayan tartışmaların merkezine itti. Dünya ölçeğindeki büyük hedeflerin çoğundan vazgeçerek; eskinin dar kalıpları ve iç siyasî çekişmelerin, itişip kakışmaların, suni olarak yaratılan gündemlerin, sözünü bile etmekten üzüntü duymamız gereken konuların boyunduruğu altında ezilmeye başladık. Ve bunların; her mekânda, her sohbette sözünü etmeye başladık; tıpkı eskiden olduğu gibi... Tabii bu arada, ülke için, millet için çok önem arzeden "zaman" gibi bir değer; ellerimizin arasından kayıp gidiyor.
Biz ise; ardından üzülmek zahmetine bile katlanmıyoruz. "Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer." sözündeki fırsatlar, hayatımıza sokulan “suni gündemler" yüzünden bir bir kaçarken, aklımıza bile getirmiyoruz birkaç yıl önce neyin hayâlini kurduğumuzu ve bugün hangi noktada olduğumuzu...Ve ne yazık ki; şimdilerde içine düştüğümüz kısır döngüyü, kısaca "övmek " ve "yermek " kavramlarıyla ancak ifade edebiliriz. Yerli yerince yapılmayan övgünün ve yerginin, zulme, haksızlığa ve gerçekleri görememeye yol açacağı ise açıktır.
Sözü daha fazla uzatmadan iki güzel sözle bitirelim yazımızı... İlki William SHAKESPEARE 'den...
"...Erdem yoksa eğer, ünvanlarla şişindiğimiz yerde,
Sabun köpüğüdür onur dediğimiz şey de.
İyi olan için ünvana gerek yoktur,
Nitelik ünvanla gelmez, ama kötülük gelir..."
İkincisi Buddha" dan... Tumturaklı konuşmasını bilen bir kimse Buddha' yı överek göklere çıkarınca ve ona " Ey bilgelerin bilgesi " deyip durunca, Buddha;"Ağzından çıkan sözler büyük ve tumturaklı...Sen geçmişin bütün bilgelerini tanıdın mı? Ya geleceğin bütün bilgelerini tanıdın mı?.. " der. Bu sorulara olumlu bir cevap alamayınca, bu kez: "Hiç olmazsa beni gördün. Ama beni tanıdın mı? Beni gerçekten anladın mı?" diye sorar. Adam bu sorular karşısında iyice bocalayınca, Buddha şunları ekler sözlerine: "Öyleyse sözlerin niye böyle tumturaklı? Niye kendini tutamayıp övgü şarkılarına başlıyorsun? "
Ülkemizde yazarına, çizerine, siyasetçisine, idarecisine ve daha birçok kişiye bu soruyu sormak gerektiği kanısındayız.