Dolar (USD)
32.52
Euro (EUR)
34.76
Gram Altın
2420.14
BIST 100
9708.94
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

05 Nisan 2021

Suudi Arabistan-İran Kör dövüşü; Ne, ne kadar gerçek?

ABD-İran ilişkileri hep gergin gibi durur ama aslında hep istikrarlıdır. İran Nükleer silah geliştiriyor diye Amerika veya İsrail vurdu vuracak dedikodularına inanmayın; sadece bir reklamdır.

1981 yılında İsrail Hava Kuvvetleri tarafından, Irak'a ait Osirak nükleer deneme reaktörüne düzenlenen hava saldırısı…

2003 yılında ABD ve İngiltere’nin nükleer gücünü yok etme yalanıyla Irak’a yaptıkları askeri harekât ve Irak’ın işgali, sadece Irak’a mahsus bir davranış şekli olduğu anlaşılıyor.

Nedense söz konusu İran olunca, nükleer hassasiyet yerini hemen anlaşma arayışları girişimlerine bıraktı.

Çünkü Batı, bölgede güçlü bir İran ve Şii İslam anlayışını Irak değil, İran temsil etsin istiyor.

İran merkezli Şii anlayışının Ayetullahlara bağlanmayı Müslümanlığın şartı olarak görmesi, hatta gayrısını düşman gibi değerlendirmesi batılıların Ortadoğu’da izlediği politik çizgiyle örtüşüyor.

Müçtehit sayılan fıkıhçı Ayetullahlar İran Şii anlayışına göre İmamın vekili ve yetkileriyle donatılmış olarak kabul ediyor; bir başka deyişle Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi kabul edilen İmamın emirleriyle Ayetullahların dedikleri eş değerde sayılıyor yani Allah’tan gelmiş bir emir gibi kabul ediliyor.

Ona itaat, dini bir vecibe sayılıyor.

Şii camiasını tek merkezden kontrol etmeyi kolaylaştırıyor.

Irak Şii anlayışının Ehli Sünnet İslam anlayışına yakınlığı, benzerlikler taşıması batılıları İran Şii anlayışını tercih etmeye itmiş olmalı ki;

Amerikalı yetkililer Irak’ta bin yıldır devam eden yönetim statükosunu Sünnilerden alıp Şiilere verdiklerini alenen açıklamaktan çekinmediler.

Irak’ı Iran Şiiliğinin emrine verdiler.

İstedikleri de oldu.

Şimdilerde İran, Irak’ı; bir operasyon merkezi, bir savaş tarlası gibi kullanıyor.

Suriye’deki, Yemen’deki, Lübnan’daki operasyonlarına Iraktan savaşçı tedariki sağlıyor, Irak toprakları üzerinden istediğine istediği şekilde ayar verebiliyor.

İran formülünün bir benzeri de bizim cephede de var. Hem de çok eskiden beri.

19. Asrın ilk çeyreğinde Arabistan’ın Doğu bölgesinde Diriye kenti mutasarrıfı Muhammet Bin Suud ile Muhammed Bin Abdulvahhab ittifakına gösterilen ilgi, batı aklının Ortadoğu politikalarında uyguladığı çok derin stratejinin en sembolik bir örneğidir.

Muhammet Bin Suud, İngiliz desteğinde kurduğu düzeni tüm Arabistan sathına yayma hayalleri kurarken din âlimi bir babadan olma, aileden aldığı din eğitimine Mekke ve Medine’de devam etmiş, sivrilmiş; sivri fikirleri dillendirerek şöhret bulmuş Muhammet Bin Abdulvahhab ile karşılaşmıştı.

Ailesi, memleketi dâhil her yerden kovulmuş Muhammed Bin Abdulvahhab, sonunda Muhamed Bin Suud’a sığınmıştı. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştu sanki.

Fikirlerini belde belde gezerek anlatmayı kendine amaç edinen Muhammed Bin Abdulvahhab, onun kurmak istediği yönetimin fikri altyapısı için biçilmiş bir kaftan gibiydi.

İngilizler, Körfez kıyılarına yerleşmiş Irak’ı sahil kenti Basra üzerinde muhasara altına almış, Osmanlıyı da Arap yarımadasında köşeye sıkıştırmak üzereydiler.

İki Muhammed’in hırsını birleştirip kazanca dönüştürmek isteyen İngilizler bulunmaz bu fırsatı kaçırmadılar.

Muhammed Bin Abdulvahhab’a göre; kabir ziyaretleri, İslam kültürü içerisine girmiş dini gelenek ve görenekler din dışı ve ‘Bidat’tı.

Bidat’lara inanan ve uygulayanlar ona göre İslam düşmanıydılar ve öldürülmelerinde bir sakınca da yoktu.

İki Muhammed’e bağlı milis güçleri bölgede ‘Kümbet’, ‘Türbe’ ne buldularsa yerle bir ettiler. Bölgelerinden geçen hac yollarını kestiler; kadın, çocuk, yaşlı herkesi göz kırpmadan öldürdüler.

Bu da yetmedi 21 Nisan 1821 yılında on bin kişilik bir milisle Irak’ın Kerbela kentini bastılar; pazarlarda, sokaklarda bulduklarını hunharca katlettiler, mallarını altınlarını gasp ettiler.

Muhammed Bin Suud ikilisinin işbirliği evirildikçe evirildi ve İngilizlerin Arabistan’daki ikinci ‘Truva Atı’ Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali’nin 1916 yılındaki isyanına kadar ilerledi.

Irak, Yemen, Şam, Filistin derken İngilizlerin muradı oldu.

Osmanlı bölgeden çıkmak zorunda bırakıldı.

Vahhabiliğin son uzantılarından El Kaide’nin Afganistan ve Irak’ın işgalinde nasıl bir manivela görevi gördüğünü istisnasız herkes biliyor.

El Kaide’den olma DEAŞ terör örgütünün kimler tarafından örgütlenip piyasaya sürüldüğünü, Irak’ın Suriye’nin nasıl peşkeş çekildiğini anlatmaya hiç gerek yoktur.

Suudi Arabistan İran kör dövüşü aslında bir ‘Kör Dövüş’ değil; bilinçli, tanımlanmış, projelendirilmiş örtülü işgal operasyonlarından sadece bir perdedir.

İran nükleer reaktör üstüne reaktör açar, uranyum saflaştırmak için durmadan santrifüj döşer, Irak’ta istediği gibi cirit atar, Lübnan’da at oynatır, Yemen’de savaşa bil fiil iştirak eder kimse dokunmaz.

Ama söz konusu Türkiye olunca Irak’ta Suriye’de Libya’da, Azerbaycan’da ne işin var olur.

Suudi Arabistan ben Şeriat uyguluyorum der; el kol keser, meydanlarda kılıçla kafa uçurur, konsolosluğunda vatandaşını katleder eritip çöpe atar kimsenin gıkı çıkmaz.

Türkiye’de hapse giren birisi olsun, dünya ayağa kalkar.

Bir cami yapılsın veya açılsın; Türkiye raydan çıktı, laiklik elden gitti diye çığlıklar kopar.

Arabistan’da bir aile, yüz yıla yakındır ülkeyi halkın rızası dışında yönetir, ülkeyi kendi adıyla adlandırır, ama kimse bu diktatörlüktür demez.

Her defasında seçimle başa gelen Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine sen diktatörsün demeye kalkarlar.

Nüfusunun yarıya yakını başka ırklardan olan İran için kimse özgürlük çağrıları yapmaz.

Ama Türkiye’de herkes için ayrı bir kategori listesi çıkarılır, ırk ırk, din din hesaplayıp ayrıştırılır, birlikten değil ayrılıktan söz edilir.

Çünkü batılılar, İslam dünyasında azınlığın çoğunluğa hükmetmesini, savaşı, huzursuzluğu, sıra dışı fikirlerin hâkimiyetini arzular, aslanı kediye boğdurmayı planlar.

Çoğunluğa ses, mazlumlara kalkan olanlara rağbet göstermez.

İşte Suudi Arabistan ve İran sürtüşmesi batılıların olmazsa olmazıdır.

Bu yüzden de Türkiye ve Türkiye’nin yaptıkları işlerine gelmez.

Türkiye’de birlik bozulsun, hükümet gitsin isterler.

Ardından neler kurgularlar?

Düşünmesi bile Allah muhafaza çok ürkütücü…