Susuz Yürekler
Dünyanın üzerine bir ağırlık çökmüş... Ruhu buharlaşmış, bedeni yere kapaklanmış bir gezgende yaşıyoruz adeta. Ve beden dünya toprağından yoğrulduğu için aynı katılığı kat be kat yaşıyor. Yıldızlara bakarak uyumamanın bir cezası kabilinden ne vakit uyansak üzerimize abanmış sayısız metalik duyguya açılıyor gözlerimiz. Yıldızını yitirmiş dünyada çakıl taşları elbette ruhu incitecek...
Heves kaybı ruhun ışığını soluklaştırmış. İçimizdeki yapma etme isteği bırakıp gitmiş bizi. Artık beden topraklarımızda iştiyak çiçekleri yetişmiyor. Hiçbir şeyi heyecanla yapmıyor, hiçbir işe coşkuyla sarılmıyoruz. Önden çekişli değil de arkadan itişli arabalar gibi heveslerimiz bizi peşinden koşturmak yerine çar naçar, eylemlerimizin ardından sürükleniyor. Ortaya çıkan işler de böylece coşkusuz, ruhsuz, ışıksız… Bir vakitler yüreğimizi yerinden oynatacak kadar gürültülü sürprizlere açık değil artık kalplerimiz. Beklentilerimiz bile masalların çok uzağında, yerçekiminin kabulüne ayarlı. Dünyayla aramızdaki aşk ilişkisi çoktan birbirini tepmeye dönüşmüş. İnsan dünyayı, dünya insanı üzmüş. Yazık ki yeşertmeye uygun değil gözyaşı, yazık ki diriltmeye müsaade etmiyor gözyaşının tuzu…Mülkiyet ilişkisine dönünce büyüsünü yitiren bütün ilişkilerde olduğu gibi biz ondan o bizden hesaplı artık… Nefret aşamasında değiliz belki birbirimize karşı, belki henüz, hala bir şansı var iki tarafın da… Gel gör ki biz onun tenine bıçak, o bizim ciğerimize virüs soktu…
Yeraltı suları geri çekiliyor, pınarlar kuruyor, zengin su yataklarının yerinde nemi özleyen çaresiz çakıl taşları duruyor. Hayat, başlangıç noktasına dönmüş, can çekişerek medet bekliyor insandan. Gökyüzü kirli, ağaç gövdeleri hantal, dallar esnekliğini yitirmiş, yapraklar alabildiğine tozlu. Gölgeler serinletmiyor, yakıyor. Bitkiler bitkisel hayata girmiş gibi sersemce bakıyor insana.
Nesnelerin ruhuna ne oldu pekiyi? Almak için günlerce hayalini kurduğumuz, bulunduğu mekanların önlerinden geçtiğimiz, alma imkanı oluştuğunda rüzgar gibi yetiştiğimiz, aldıktan sonra özene bezene sakladığımız, bakmaya kıyamadığımız, baktığımızda gözlerimize fer akıtan bütün o ışıklı nesneler neredeler? Nerdeler bakır taslar, kaşık madeni tencereler, işlemeli perdeler, el emeği göz nuru masalar, sandalyeler, tabureler? Nerdeler çocuk gibi yastığımızın altına koymak istediğimiz, sahip olduğumuz için büyüklerimizden utandığımız bütün o bize, sadece bize ait olan her nelerse onlar? Nerdeler yüzümüzün hafif esintileri, gözümüzün yumuşak renkleri?.. Nesneler bırakıp gitti bizi. Nesneler bize gözlerini kapadı. İnsanlar gibi nesnelerin gözlerinin de karartıldığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Ve göz yoksa ışık yok ve ışık yoksa heves yok ve heves yoksa dünya kendiliğinden yok.
Sırı dökülmüş ayna gibi kalplerimiz de… Suyunu yitirmiş ırmak havzaları gibi sevmeyi, sevilmeyi, özlemeyi, hasret duymayı, hatta gönlünce kederlenmeyi bekliyor. Orada, kaburga kemiklerinin gerisinde öylece derin hissedişler umarak... Gelen yok, giden yok. Görevi hissediş değil de, sevgi alıp merhamet vermek değil de kan alıp kan dağıtmakmışçasına yürek sadece fizyolojik işlevini yerine getiriyor. Aşk vadisine zaten uzak, merhamet vadisine zaten yabancı… Metruk kentlerin çevresindeki başvurulmayan levhalar gibi yüreklerimiz. Gelen de yok giren de. Hiçlik rüzgarı öyle sert esmiş ki yönü doğruyu göstermiyor artık levhaların. Yol göstermek yerine yanlış yola sevk etmeye ayarlanmış her beden kalesinin levhaları, dikkat…
Yürekler… Terk edilmiş ıssız vadileri dağların… Şimdilerde dere kenarlarına hesap kitap gereği yerleştirilmiş yapay barajlar gibi kendiliğinden değil, ansızın gelmiş gibi değil, belli bir zamana yayılarak ve ancak anılar biriktirilerek sevgi suyu çoğaltabiliyorlar. Ya büsbütün susuz kalıyor veya ansızın dolup sular altında kalıyorlar. Yürekler… Ne vakit yola çıksalar ya yolda kalıyor veya yolda bırakıyorlar…
Bütün bunlar neyin eseri, ne oldu, neden oldu bunların hepsi?.. Bu inançsızlık virüsü ne vakit, hangi arada girdi ruh gözeneklerimizden içeri? Biz ne vakit kuruttuk hiç kurumaz sandığımız yeraltı kaynaklarımızı? Ne vakit, hangi ara bozuk para gibi harcadık duygularımızı, israf ettik gerisindeki inançlarımızla? Yeraltı suları çekilince her vadi her an kuyu, her insan öteki insanın obruğu… Yüreklerin suyu çekilince hangi beden vadisi ışıldamaya devam eder ki? Suyu çekilmiş vadilerde hangi insan güvenle bahçeye dalar ki?..