Sürüden ayrılanı kurt kapar
Herhangi bir konuda bizden daha üstün olanlara imrenerek onları örnek almayı isteriz. Bu durumun altında yatan ana sebebin ise bir türlü kendimizi olduğumuz gibi kabullenmeme ve hep daha fazlasını istemek olduğunu, bazen fark ediyor bazen de fark etmeden geçip gidiyoruz. İnsanın kendini eksik hissetme duygusu, zihninde kendisine her zaman yer bulmuştur. Eksik olduğunu hissederek yahut eksiklik kisvesi altında daha fazlasını isteyerek, tam olacağı düşüncesi neticesinde kendinden farklı biri olma gayretinin nafile bir çaba olduğunu fark etmeden yaşayıp gidiyor insan.
Diğer bir husus
ise, hep bir özenme halinde kabuklarımızın dışına çıkıp başkası olma arzusunda
oluşumuzdur. “Sürüden ayrılanı kurt
kapar.” diyen atalarımız, diğer sözlerinde yanılmadıkları gibi bu sözde de
yanılmış olma ihtimalleri olmadığı kanaatindeyim. Başkası olma arzusu, insanın
ait olduğu toplumdan, kültürden ve dahası değerlerinden kendini uzaklaştırma
gayretidir. Bunun nihayeti ise maalesef hüsrandır.
İnsanın kendini
geliştirmek istemesi ve bugününün dünden, yarınının bugünden daha iyi olmasını arzulaması
gayet doğaldır. Bu, her gün yeniden yenilenmenin ve gelişmelere karşı
yenilmemenin gerekliliğindendir. Hele ki içinde bulunduğumuz teknoloji çağı adıyla
andığımız veba bir çağda, gelişmelerden geri kalmak kabulü mümkün olmayan bir
durumdur. Biz, daha sabah hayatımıza giren bir yeniliğe ayak uyduramamışken,
aynı günün akşamında daha farklı bir icat hayatımızı kuşatıp, sabahkini
reddetmemizi ister hale gelmişken bu değişimden kaçınmayı istemek, entelektüel
bir söylem ile çağa ayak uyduramamak olarak tanımlanmaktadır. Diğer adıyla
yaftalanmak!
Evet, yaftalanmak!
Olayı, sosyal bir varlık olan insanın, bir başkası tarafından bir kalıba sığdırılmaya
ve orada gösterilip, kabuğunun dışına çıkmış olabileceğine ihtimal vermeme
durumu diye yorumlayabiliriz. Diğer bir tabirle insanları etiketlemeye çalışmak.
Şu değilsen busundur, bu değilsen ötekisindir, öteki de değilsen hiçbir
şeysindir, türünden yaftalamak veya yaftalanmak!
Ürünlerin ön plana
çıktığı bu çağda, insanlara etiket yapıştırmaya çalışmak da normal bir durum
olarak kabullenmeye başlandı. İnsanların bir ‘değer’ oluşundan ziyade ‘ederine’
bakmaya başlayan insanlık, aslında kendi kalitesini ortaya koydu.
Bu çağda eşyaların
yeri ile o kadar çok oynadık ki; nihayetinde ruhumuzu biblo diye vitrine,
parayı da hayatın özü niyetine kalbimize koyduk. Her şey olması gerektiği yerde
olmayınca da hakiki anlamlar, kendilerine yüklenen anlamlar altında ezilmeye
başlandı. Bu kadar anlamsızlık ve anlam karmaşası içerisinde kalan hakikat de
yeni çağın mengenesine sıkıştırılmış ahşap misali, konsantre bir hale
getirilerek özünden farklı bir şey olarak topluma dayatılmaya başlandı.
Vitrinlerde boy
gösteren ürünlerin etiketlerine bakarak yaşamaya başlayan insan, gün geldi diğer
insanlara etiket yapıştırmaya başladı. Şucu, bucu, ocu diye yaftalanan insan,
fikrinden dolayı yaftalandığı yetmezmiş gibi, bir de toplumsal statü, makam ve
maddi bütçesine göre yaftalanmaya başlandı. Bu işin daha da acısı ve belki de
en felaketi olanıdır. İnsanı kalbinin haline göre değerlendirmek yerine,
kalbinin üzerine iliştirilmiş bir yaka kartıyla değerlendirmek!
Yaşadığımız çağda
durum bu kadar acınılacak hal almışken ve dünya yaftalar mezarlığına dönmüşken, insandan kendisi olmasını beklemek de
imkânsız bir hal alıyor. İnsan, zaten hep başkasına özenme ve kendisinde
olmayanı isteme gibi amansız bir hastalığa yakalanmışken bir de yafta
medeniyetinin tesiri, durumu içinden çıkılmaz bir hale getiriyor.
İnsan, kendisinde
var olan ile yetinmek yerine birilerine şirin görünmek adına özünü inkâr ederek
başkası olma derdinde yaşamaya başlıyor. Bu değişim o kadar hızlı oluyor ki, bu
hıza insanın kendisi dahi ayak uyduramıyor.
İnsanların
etiketleri o kadar hızlı değiştiriliyor ki, market raflarında yer alan
etiketler dahi bu hıza yetişemiyor. Bunun en önemli nedenlerinden birisi kimsenin,
kimseyi olduğu gibi kabullenmeyişidir.
Önyargının bir
sonucu olarak ortaya çıkan yaftalama gayretinin ne kadar kötü bir hal olduğunu
şu hikâye en güzel şekilde özetliyor sanırım. Bir gün, Çinli bir köylü baltasını kaybeder ve komşusunun oğlundan
şüphelenir. O şüpheden sonra çocuğun her hali, köylüye hırsız hali gibi
görünmeye başlar. Çocuk, bir hırsız gibi davranıyor, bir hırsız gibi konuşuyor,
bir hırsız gibi yürüyor ve kendisine bir hırsız gibi bakıyor. Birkaç gün bu
şüpheyle çocuğa yaklaşan köylü, evinin deposunda baltasını bulduktan sonra
çocuğu gördüğü zaman, o çocuğun da diğer çocuklar gibi olduğunu anlamış.
Hülasa, herhangi
bir sebepten dolayı insanları yaftalamaya çalışmak, aslında insanın ruhuna
vurduğu etikettir. Kıyafetlerimizdeki etiketleri sökmek kolaydır, lakin
ruhumuzu kaplayan etiketlerden kurtulmak zordur.
İnsanları ötekileştirerek
yaftalayanlar, nihayetinde kendilerini ötekileştirmiş olur.
Sistem dediğimiz
bu düzende, yafta medeniyetinin esiri
olmak yerine, birbirimizin farklılıklarına saygı duyarak, karşımızdakini olduğu
gibi kabullenmek en güzel eylemdir. Gelin, birbirimizi olduğumuz gibi sevelim.