Sürgün Ülke'ye dair
Bu yazımızda modern insanın kalbinden sürgün ettiği “Öte Dünya’yı değil. Merhum üstadımız Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” başlıklı dört bölümden müteşekkil şiirine dair ince bir ayrıntıyı dile getireceğiz.
Sezai Karakoç’un Mona Roza (Monna Rosa) şiirinden sonra en çok
bilinen ve ezberlenen şiiri hiç şüphesiz “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”
şiirinin dördüncü bölümüdür. Okuyucu, Mona Roza şiirinde olduğu gibi bu şiirde
de anlam ve kavram kargaşası yaşıyor. Bu durum aslında okuyucunun şaire
yüklemiş olduğu bir misyon ile ilgilidir. Okuyucu imgelerle şaire yaklaşır. İlk
şiiri lise yıllarında “Büyük Doğu” dergisinde neşredilen Sezai Karakoç’un kelime
formu, anlam-kavram haritası ve imge dünyası tâ o zamanlardan belirlenmiştir.
Aslında Sezai Karakoç’un şiir dünyasından beslenen iki kesim
var. İlk kesim daha önce de ifade ettiğimiz gibi onun Mona Roza tarafı
dolayısıyla sol kesimin, liberal kesimin ya da belli bir ideolojik tarafı
olmayan kişilerin okuduğu, gördüğü bir Sezai Karakoç’tur. Karakoç’un Ankara
Mülkiye’de İkinci Yeni şairlerinden özellikle Cemal Süreya ve Ülkü Tamer ile
olan arkadaşlığı sol ve liberal kesim üzerinde adeta o kulvarda kaldığı
intibasını uyandırır. Mesela onun
“Balkon” şiiri liberal ve sol çevrelerin en çok beğendiği şiiridir. Hatta sol eleştirmenler,
Sezai Karakoç için tabiri caizse “Al Balkon’unu ve Necip Fazıl’ın yanına dön.”
dercesine onu “İkinci Yeni” şiirinden ayrı tutma çabası içerine girmişlerdi.
İkinci Yeniciler, şiirde biçimin içerikten önce geldiğini
savunmuşlardı. Sezai Karakoç’un da hiçbir şiiri şekil açısından geleneksel şiir
biçimlerine benzemiyordu. Mesela onun hece ya da aruz ölçüsüyle yazdığı bir
şiirine rastlamadım Mona Roza hariç. Ama buna rağmen Karakoç, geleneğin bir hiyerarşisi
olduğunu savunur ve geleneği şekil değil muhteva olarak devam ettirir. Karakoç,
şiirde eskinin yani geleneğin –diyelim- sırrını bulabilen şairin “yeni olma”
yolunda çaba harcadığını savunur. Burada Sezai Karakoç’un eskiye dair
söyleminin “klasik-ler” olduğunu unutmayalım. Ona göre eski, bir nevi ölmezlik
kazanmıştır. Şair, o sırrın peşinde olmalıdır, der. Yine onun gelenekten
kastının ya da geleneğe saygının eskileri tanrılaştırma anlamına gelmez.
Aslında Sezai Karakoç’un kaderi kendisinin ifadesiyle büyük üstadı (küçük
üstadı Necip Fazıl) Mehmet Akif Ersoy’un
kaderiyle örtüşmektedir. Mehmet Akif, ne Türkiye’de anlaşıldı ne de Mısır’da.
Sezai Karakoç’un şiirinden beslenen ikinci kesim ise asıl
kesim yani dindar kesim dediğimiz Büyük Doğu çevresiydi. Daha doğrusu Büyük
Doğu çevresi Sezai Karakoç’u hem edebiyat hem de dava yönüyle Necip Fazıl’ın
veliahtı olarak görüyordu. Nitekim sonraki zamanlarda böyle oldu. Sezai
Karakoç, Necip Fazıl’ın “Bir gençlik, bir gençlik” dediği hareketin en başında
geliyordu. Karakoç, Necip Fazıl’a hayatı hep sadık biri olarak yaşadı. Hatta
bir dönem bazı çevrelerce “Karakoç’un
şiiri Necip Fazıl’ın şiirini geçti, dediğinde o, şiddetle buna karşı çıkmıştı.
Bütün bunların yanında Sürgün Ülke dediğimiz Sürgün Ülkeden
Başkentler Başkentine şiiri nasıl yazıldı? Buna cevap arayalım.
Bir şiirin ifade ettiği anlamlar bütünü, her okuyucuda
farklı bir tanımın oluşmasını sağlar. Sezai Karakoç “ben naat diye yazmadım” dediği
halde "Sevgili/ En sevgili/ Ey sevgili" mısraları ile tanınan
"Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiiri de okuyucular tarafından
farklı şekillerde anlaşılmış ve peygamber efendimize yazılmış bir şiir yani
naat olarak düşünülmüştür. Hatta bazı okuyucular bu şiiri naat değil de münacat
olarak değerlendirmişler. Peki, gerçekte Sezai Karakoç “sevgili” olarak kime hitap etmiştir?
Sezai Karakoç, 12 Mart muhtırası sonrasında İstanbul’dan
Ankara’ya gider. Gidiş sebebi “İslam’ın Dirilişi” adlı yazısından dolayıdır.
İlginçtir, Sezai Karakoç, Ankara’da bir memuriyet görevine geçer. (Üstadla bu
hususu özel görüşmemizde orada kendi dünya görüşüne sahip olmayan müdürlerin
kendisine yardımcı olduğunu söylemişti. İlgili devlet dairesindeki müdürler Sezai
Karakoç’un böyle bir davasının olduğunu bildiği halde bunu sakladıklarını
söylemişti. Yine aynı şekilde Sezai Bey’in komşuları da ona yardımcı
olmuşlardı. Polis onun İstanbul’daki evine geldiğinde komşuları Aşkale, İçkale,
Başkale’ye gitmiş diye bilgi vermişlerdir. Sezai Karakoç, bir komşusuna İç
Kale, bir komşusuna Başkale, diğer bir komşusuna da Aşkale’ye gidiyorum,
demişti. Yani bu kaleler hep Ankara idi.
İşte Ankara’dan Sezai Karakoç’un İstanbul’a duyulan özlemidir
Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine. 1971 yılında yazılmıştır bu şiir. Bir
vakit Sezai Karakoç’u ziyaretimde “efendim bu şiire naat diyorlar siz ne
diyorsunuz demiştim.” Kendisi kısa bir tebessümden sonra benim de öğrenmem için
“Hayır. Bu şiir Osmanlı’nın İstanbul’a olan özlemidir” demişti. Üstad Sezai
Karakoç kendisini de Osmanlı Devleti yerine koyuyor ve nasıl Osmanlı seni
özlemişse ben de seni öyle özlüyorum İstanbul, demiştir.