Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
16 Ağustos 2022

Süpürge

Hiç aklımda yoktu.

Söylediğimiz, defalarca yazıp çizdiğimiz fakat hiçbir şey değişmeyen konularda susmaya çekildiğimiz malumdu. Her şeyi, pekâlâ çözümlenebilecek bir dizi sorunun çözümünü ahirete bırakma, erteleme, özellikle en acil olanı: adaleti erteleme alışkanlığı olanlar, bırakın başka güçlerin dayatmasını, kendi aralarında o kadar çok adaletsizler ki… diye başlayan editör girişi ile bir yazmaya başlarsam bu yazının sonu gelmezdi.

Fakat kalemimize “artık kendini yorma” demiş olsak ta dili zapt etmek zor.

Geçen gün, bir muhabbet esnasında camilerde kadının yerini konuşuyorken, hatta yersizliğini arkadaşlara dedim ki: “Camilerde kadının namaz kılma yerinin kurumsal olarak nasıl tespit edildiğine dair birtakım öngörülerim var.” “Duyumlarım var!” deseydim daha itibarlı olurdu gerçi. Neyse. Bir dahaki bilgim için öyle bir hava bürünürüm. Tabi arkadaşlarım merak ettiler. Beni ciddiye aldıklarını görünce kendimi bu meseleyi açıklığa kavuşturma ve yıllardır bildiğim bu hakikati dostlarımla paylaşmamın zamanı geldiğini düşündüm. Gamzelerin üstünü ciddiyet tesettürü ile örttüm. Hepsi yüzünü bana dönmüşken söze başladım:

“Biliyorsunuz arkadaşlar camilerde kadının yeri dinde-hayatta kadının konumlandırılışı ile yakın ilişkilidir. Dinde kadın nasıl bir yere konulmuşsa, dini hayatta ve camide de konumlandırılışı, doğal olarak onun bir yansımasıdır. Şimdi… Önce caminin kendisi bir yapılır. Daha sonra, tıpkı önce erkek, birinci sınıf insanın yaratılmış olduğu ve kadın; yani ikinci sınıf insanın da onun eğe kemiğinden, tam da çıt diye kırılıverecekken yaratılmış olduğu gibi, kadının yeri de önce-evvela bir numaralı erkeğin yeri, yurdu, namaz camisi tamamlandıktan sonra belli olur. Herkes sırasını bilecektir, bilmelidir haddi zatında… Şöyle ki, caminin temizliğinde kullanılan uzun saplı süpürge, kadının cadılığı ve uzun saçlarının da başarılı sembolü olarak nereye konulacaksa bir konulur. Sonrasında o süpürgenin hemen yanı, sağ veya solunda çok büyük olmayan bir oda çevrilir. Hemen yan taraftaki caminin muhteşem mimarisi ile uzaktan yakından alakası olmayan dört duvardan bahsediyoruz. Zor değil. Basit inşaat. Söz konusu odaya, süpürge yanına bir evin ardiyesine konulacak başka pek çok malzeme de konulabilir. Faraş, kürek, artık tahtalar ve deterjanlar filan. Caminin ardiyesi olarak da kullanılabilir o da. Adı üstünde ardiye… Ardiye daha çok lojistik, taşınabilir malların depolanması için kullanılan bir kelime ise de ev de-hayatta ortalıkta görünmemesi gereken, ayağa dolanmaması gereken eşyalar, şeyler topluluğunun toplantı yaptığı arka odadır, odacıktır.”

Arkadaşlarım, konuyu bütün ciddiyetimle açıklarken gülüştüler. Halbuki ben çok ciddi idim ve olanı, tam da olduğu gibi anlatmaya, açıklamaya çalışmıştım. Secdeye vardığımdaki o süpürge kokusunu bile almış, duygulanmıştım. Bir ardiyem, pardon bir art niyetim yoktu. Tam aksi kadınlar hakkında olan, yerleşik ve dini kisveye, uydurulmuş gerekçelere büründürülmüş bir art niyetin tezahürlerinden sadece birini, bir kez daha dile getirmeye çalışıyordum.

Derken Üstün Dökmen’in sözleri düştü sanal sokakların, meydanların ortasına… Bomba gibi filan değil. Olsa olsa eski bir bakkalın ardiyesinde arta kalmış bir çatapat. Yirmi sekiz Şubat’lar, öncesinde dincilerin kadın ruhu ve bedeni, tesettürü üzerine; birinin örtü ısrarı ve biçimciliği, diğerinin çıplaklık ısrarı ve baskısı ile tahakkümleri, neler neler geçti zihnimden. Anlatacaklarımızın hiç anlaşılmadığını ve hiç anlaşılamayacağını, maalesef bu konunun bu dünyada adaletle sonuçlanmayacağını bir kez daha idrak etmiş bulunduk. Öyle ya… “Yirmi yıl” az değil. Demek ki bir dizi sorunuyla bu konu da ertelenenler listesinde. Demek ki bu konu da insanların çözemediği bir haksızlık olarak ahirete; yani son değerlendirmeye, son adalet gününe kalacak…

Öyle olsun.

Üstün Dökmen gibi düşünen sayısız erkek ve kadın var. Bizim örtümüz hakkında kendisini söz sahibi, karar sahibi gören hadsizlerle dolu ülke. Zamanında bizi üniversite kapılarından, mesleklerimizden, kamusal alandan, ekonomik bağımsızlıktan, iş, bilim ve sanat üretmekten alıkoyma hakkını kendisinde görmeye devam eden çok sayıda “ilerici yobaz” var.

Fakat bu konuda da çözümsüzlük boy gösteriyor. Böyle düşmanların önüne bizi atanlar dost sandıklarımız değil mi? Onlar bize Allah’ın her insana eşit ve adil yaklaştığı gibi yaklaşabilselerdi ve bize insan üst kimliğinden bakabilselerdi böyle mi olurdu? Fakat hayır. Sorun en başta kimi dindar kesimin kadına bakışında… Kadını tıpkı erkek gibi ve kadar bir insan teki olarak görememek ve nasıl bir küstahlıkla Allah adına kadına apayrı, kurgusal bir din algısı ve kuralları çıkarmak her şeyden önce bu kesimin sorunu. Ve malum çok yorulduğumuz, artık susalım ve kadını, kadın yaşamını “erteleyelim”, ileri adalete sevk edelim dediğimiz bir zamandayız. Fakat gece yarısı atılmış bir tivit ile konuya gülüp geçmemi hüznümün nennisi yaptığım vakidir.

“Herkes saçlarımızın peşinde, çağlar üstü bir merak bu! Dinci, dinsiz akılsız herkesin "aklı fikri” örtünmemizde, örtünme şeklimiz ve şemailimizde…”