Süpürge
Hiç aklımda yoktu.
Söylediğimiz, defalarca yazıp çizdiğimiz
fakat hiçbir şey değişmeyen konularda susmaya çekildiğimiz malumdu. Her şeyi, pekâlâ
çözümlenebilecek bir dizi sorunun çözümünü ahirete bırakma, erteleme, özellikle
en acil olanı: adaleti erteleme alışkanlığı olanlar, bırakın başka güçlerin
dayatmasını, kendi aralarında o kadar çok adaletsizler ki… diye başlayan editör
girişi ile bir yazmaya başlarsam bu yazının sonu gelmezdi.
Fakat kalemimize “artık kendini yorma”
demiş olsak ta dili zapt etmek zor.
Geçen gün, bir muhabbet esnasında
camilerde kadının yerini konuşuyorken, hatta yersizliğini arkadaşlara dedim ki:
“Camilerde kadının namaz kılma yerinin kurumsal olarak nasıl tespit edildiğine
dair birtakım öngörülerim var.” “Duyumlarım var!” deseydim daha itibarlı olurdu
gerçi. Neyse. Bir dahaki bilgim için öyle bir hava bürünürüm. Tabi arkadaşlarım
merak ettiler. Beni ciddiye aldıklarını görünce kendimi bu meseleyi açıklığa
kavuşturma ve yıllardır bildiğim bu hakikati dostlarımla paylaşmamın zamanı
geldiğini düşündüm. Gamzelerin üstünü ciddiyet tesettürü ile örttüm. Hepsi
yüzünü bana dönmüşken söze başladım:
“Biliyorsunuz arkadaşlar camilerde
kadının yeri dinde-hayatta kadının konumlandırılışı ile yakın ilişkilidir.
Dinde kadın nasıl bir yere konulmuşsa, dini hayatta ve camide de
konumlandırılışı, doğal olarak onun bir yansımasıdır. Şimdi… Önce caminin
kendisi bir yapılır. Daha sonra, tıpkı önce erkek, birinci sınıf insanın
yaratılmış olduğu ve kadın; yani ikinci sınıf insanın da onun eğe kemiğinden, tam
da çıt diye kırılıverecekken yaratılmış olduğu gibi, kadının yeri de önce-evvela
bir numaralı erkeğin yeri, yurdu, namaz camisi tamamlandıktan sonra belli olur.
Herkes sırasını bilecektir, bilmelidir haddi zatında… Şöyle ki, caminin
temizliğinde kullanılan uzun saplı süpürge, kadının cadılığı ve uzun saçlarının
da başarılı sembolü olarak nereye konulacaksa bir konulur. Sonrasında o
süpürgenin hemen yanı, sağ veya solunda çok büyük olmayan bir oda çevrilir. Hemen
yan taraftaki caminin muhteşem mimarisi ile uzaktan yakından alakası olmayan
dört duvardan bahsediyoruz. Zor değil. Basit inşaat. Söz konusu odaya, süpürge
yanına bir evin ardiyesine konulacak başka pek çok malzeme de konulabilir. Faraş,
kürek, artık tahtalar ve deterjanlar filan. Caminin ardiyesi olarak da
kullanılabilir o da. Adı üstünde ardiye… Ardiye daha çok lojistik, taşınabilir
malların depolanması için kullanılan bir kelime ise de ev de-hayatta ortalıkta
görünmemesi gereken, ayağa dolanmaması gereken eşyalar, şeyler topluluğunun
toplantı yaptığı arka odadır, odacıktır.”
Arkadaşlarım, konuyu bütün ciddiyetimle
açıklarken gülüştüler. Halbuki ben çok ciddi idim ve olanı, tam da olduğu gibi
anlatmaya, açıklamaya çalışmıştım. Secdeye vardığımdaki o süpürge kokusunu bile
almış, duygulanmıştım. Bir ardiyem, pardon bir art niyetim yoktu. Tam aksi
kadınlar hakkında olan, yerleşik ve dini kisveye, uydurulmuş gerekçelere
büründürülmüş bir art niyetin tezahürlerinden sadece birini, bir kez daha dile
getirmeye çalışıyordum.
Derken Üstün Dökmen’in sözleri düştü
sanal sokakların, meydanların ortasına… Bomba gibi filan değil. Olsa olsa eski
bir bakkalın ardiyesinde arta kalmış bir çatapat. Yirmi sekiz Şubat’lar,
öncesinde dincilerin kadın ruhu ve bedeni, tesettürü üzerine; birinin örtü
ısrarı ve biçimciliği, diğerinin çıplaklık ısrarı ve baskısı ile tahakkümleri,
neler neler geçti zihnimden. Anlatacaklarımızın hiç anlaşılmadığını ve hiç anlaşılamayacağını,
maalesef bu konunun bu dünyada adaletle sonuçlanmayacağını bir kez daha idrak
etmiş bulunduk. Öyle ya… “Yirmi yıl” az değil. Demek ki bir dizi sorunuyla bu
konu da ertelenenler listesinde. Demek ki bu konu da insanların çözemediği bir
haksızlık olarak ahirete; yani son değerlendirmeye, son adalet gününe kalacak…
Öyle olsun.
Üstün Dökmen gibi düşünen sayısız erkek
ve kadın var. Bizim örtümüz hakkında kendisini söz sahibi, karar sahibi gören
hadsizlerle dolu ülke. Zamanında bizi üniversite kapılarından, mesleklerimizden,
kamusal alandan, ekonomik bağımsızlıktan, iş, bilim ve sanat üretmekten
alıkoyma hakkını kendisinde görmeye devam eden çok sayıda “ilerici yobaz” var.
Fakat bu konuda da çözümsüzlük boy
gösteriyor. Böyle düşmanların önüne bizi atanlar dost sandıklarımız değil mi?
Onlar bize Allah’ın her insana eşit ve adil yaklaştığı gibi yaklaşabilselerdi
ve bize insan üst kimliğinden bakabilselerdi böyle mi olurdu? Fakat hayır.
Sorun en başta kimi dindar kesimin kadına bakışında… Kadını tıpkı erkek gibi ve
kadar bir insan teki olarak görememek ve nasıl bir küstahlıkla Allah adına
kadına apayrı, kurgusal bir din algısı ve kuralları çıkarmak her şeyden önce bu
kesimin sorunu. Ve malum çok yorulduğumuz, artık susalım ve kadını, kadın
yaşamını “erteleyelim”, ileri adalete sevk edelim dediğimiz bir zamandayız.
Fakat gece yarısı atılmış bir tivit ile konuya gülüp geçmemi hüznümün nennisi
yaptığım vakidir.
“Herkes saçlarımızın peşinde, çağlar
üstü bir merak bu! Dinci, dinsiz akılsız herkesin "aklı fikri” örtünmemizde,
örtünme şeklimiz ve şemailimizde…”