Spritualizm ve Rasyonalite
Marx’ın, kendi döneminde yaşanan değişimler göz önüne alındığında, önemli tespitlerde bulunduğunu görmekteyiz. Bu tespitler yeni gelişen kapitalizme dair olduğu kadar genel geçer sınıfsal, insani ve sosyal alanı da kapsamaktadır.
Öncelikle
kapitalizmin yeni gelişim aşamasında açığa çıkan kitlesel emek gücüne
odaklanmaktadır. Kitlesel emek sınıfsal ilişkiler çerçevesinde alınır satılır
bir metaya dönüştürüldüğü için metalaşma ve yabancılaşma ortaya çıkmaktadır.
İkinci önemli nokta; Marx ve Engels’in Kominist Manifesto isimli kitaplarının
başında söyledikleri “bütün tarih sınıf savaşlarından ibarettir” cümlesidir.
Bunun bugün için karşılığı ise Burjuva ile Proleterya olmaktadır.
Diğer
önemli bir tespit; üretim araçları ve üretim ilişkilerine hakimiyet ve sahipliktir.
Neticede bu sahiplik ve egemenlik üst yapı denilen hukuk, din, sanat vb. tüm
alanların içeriğini ve yönsemelerini belirlemektedir. Dolayısıyla özelde din,
gerçekliğin üzerini örtmekte, sınıfsal adaletsizlikleri meşrulaştırmakta ve
yabancılaşmayı artırmaktadır. Burada dinin bu rolüne dair Marx’ın sözlerini
hatırlatmanın yeridir: “Bir insan Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse, kendisine
o kadar az şey kalır.”
Marx
ve Engels’in bu tespitlerini bugün gelinen noktada gerçekliği bakımından
analize tabi tutabiliriz. Birincisi, tüm bu sorunları aşmak üzere Proleterya’yıbir
kurtarıcı olarak düşünmenin, tarihsel gelişim aşamaları dikkate alındığında
gerçekliğe uygun olmadığı anlaşılmıştır.
Bugün
küresel dünyanın yeni geldiği nokta; giderek orta sınıfların zayıfladığı ve
birbiriyle bölüşüm anlamında oldukça mesafeli alt ve üst sınıfların
belirginleştiğini görmekteyiz. İstatistiklere baktığımız zaman dünyada, Japonya
gibi birkaç ülke dışında büyük oranda tüm toplumlarda % 1’lik kesimin
gelirlerin % 40 civarına sahip olduğudur. (Bkz. CreditSuisse, Küresel Servet
Raporu 2022)
Fakat
bu manzara daha çok Foucault’nun biyopolitika ve disiplin toplumu gibi
kavramsallaştırmaları üzerinden daha gerçekçi olarak analiz edilebilir. Çünkü
bu manzara ulus aşırı sermayeyi daha çok güçlendirdiği gibi, çoğunluğun
yönetilebilirliğini kolaylaştırmaktadır. Tam da bu noktada Kur’an-ı Kerim’deki
müstazaf kavramını hatırla(t)manın zamanıdır. “Zayıf düşürülenler” anlamına
gelen müstazaf kavramı, sadece ekonomik bakımdan zayıflığı değil, sosyal ve
entelektüel zayıflığı da anlam olarak içermektedir. Dolayısıyla müstazaflık
anlaşıldığı kadarıyla içinden çıkılması imkansız bir “bilinç” kilitlenmesi
yaratmaktadır.
Tüm
bu ıstıraplar karşısında dini söylemin tüm dünyanın “vicdan”ı olmak üzere
söylemleştirilmesi ve işlevselleştirilmesi önem taşımaktadır. Meselâ;
peygamberlerin getirdiği en önemli katkı
bu olmuştur. Geçen yazımızda belirttiğimiz üzere bu dinin oynayacağı iki rolden
biridir. Diğeri ise gerçekliğin üzerini örtmek ve insanlığın asli ıstıraplarını
görmezden gelmektedir. Bu noktada dinin önemli bir sığınma aracı olduğunu
görmek lazımdır.
Tam
da bu noktada iki önemli tespiti daha gündeme getirmeliyiz. Birincisi,
özellikle Türkiye’de sol bu topraklara dair geçerli olacak şekilde dinle
sağlıklı bir ilişki geliştirememiş ve bunu “sağ”ın temellüküne bırakmıştır. Bu
durum hala böyledir. İnsanlar ıstırapları ağlayabilecekleri ve umut
bekleyecekleri yere yönelirler. Sol insanlara böyle bir kanal açmadı.
İslami
söylem üretenler ise irrasyonaliteyi maneviyatçılık adına öyle beslediler ki,
bugün gelinen noktada islami söylemlerin eşya ile sahih ilişkiyi kaybettikleri
anlaşılmaktadır. Bu spritualizmin dozu arttıkça, islami söylemin sorgulanması
artmakta ve bir referans olmaktan çıkmaya başlamaktadır. Yani spritualizmi
yedikçe, yerlere kapanmakta fakat kendisini secde ediyor zannetmektedir.