Sözler üzerimizden kayıyor
Bir toplumda kültürü, sadece kitap okumak ve malumat edinmek olarak değil, iş yapma biçimini belirleyen derin zihni dip dalgalar olarak okumak da önemlidir ve esasen bir toplumun kodlarını çözümlemede bize epeyce malzeme verir. Geçen yazımızda ciddiyetten, işini ciddiye almaktan bahsetmiştik. Belki bunu öncelemesi gereken asli bir sorunumuz var. Bu yazıda biraz bunun üzerine eğilmeye çalışacağım.
Sorunu şöyle basitleştirebiliriz: Gerek insanlararası ilişkilerde gerekse gündelik hayatın tüm alanlarında söylenen sözler, kendi özgül ağırlığını ve anlamını ifade etmiyorlar; işler doğru yönde değişmek yerine sözler ciddiye alınmıyor ve aslında o kadar konuşma da sadece “mış gibi” türünden yapılıp bitiriliyor.
Toplumda her alanda bir iş yapma biçimi oluşmuş. Tabii bu biçimler geçmişten bugüne kültürün içerisinde belirlenmiş ve zaman geçtikçe belirli değişimlere de uğruyor. Konuşulanların ciddiye alınmamasının sebebi, o iş yapma biçimi ile onun için yeni getirilen öneriler arasında bir mesafenin açılması. Dolayısıyla yeni teklif edilenin uygulanmasına henüz alt yapının uygun olmaması. Tam da bu sebeple, kanunla yapılmak istenen düzenlemeler, uygulamada birçok sıkıntılar çıkartıyor.
Diğer yandan yıllardır devam edegelen uygulamalar bir alışkanlık yaratmaktadır. İşin bir boyutu alışkanlıklar kolay değiştirilemezler. Ancak alışkanlıklara kalım hakkı veren yatay ve dikey düzlemde onaylamalar söz konusu. Bu durumda bir değişimi beklemek oldukça zor görünmektedir.
Fakat asıl benim üzerinde durmak istediğim, söylenenler, eylenenler bağlamında toplumdaki insanların birbirini ne kadar ciddiye aldığı? Şahsi gözlemim, herkesin çevresinde olup bitenler konusunda son derece hijyenik ve idealist konuşmalar yaptığı; fakat bunun daha çok bir metro muhabbeti gibi konuşmanın bittiği anında tükenip gittiği şeklindedir. Bu durum bende şöyle bir manzarayı gözümün önüne getiriyor: “İki şahıs birbirine durmadan kelimeler fırlatıyor; fakat o kelimeler şahısların üzerinden kaymakta; hiçbir insana değmeden uzayın boşluğunda kaybolmakta. Sanki toplumda insanlardan kalan boşlukta, kelimeler karmakarışık biçimde dolaşıyor gibi.”
Bu durum ister aile ister kamusal hayatta olsun, fertlerden bağımsız üst katı belirleyicinin herkesi temellük ederek katı dogmatik bir çerçeve oluşturmasını sonuçlamaktadır. Böyle bir durumda deneyimleme ve değişime, zorunlulukların elverdiği ölçüde izin verilmektedir.
Sanki insanlar arasındaki konuşmaların da çok ezberden belirli replikler üzerinden gittiği izlenimi bende uyanıyor. Bir cümlenin, bir kelimenin, bir sorunun peşine düşerek hayat felsefesi yaratma, dışarıya ve deneyimlere açık olma gibi tarzlar geliştirilemiyor.
Bir diğer nokta, konuşamamanın önemli sonuçlarından birisi de kişiselleştirme ve kaprisler oluyor. Zaten her türlü kurumsallaşmanın bir şekilde şahıslar üzerinden yürüdüğünü biliyoruz. Bu durum ilkeler ve kuralların hakimiyetine yol açmıyor sonuçta. Dolayısıyla her alanda geliştirilen eleştiriler, direkt kişiye yönelik negatiflikler olarak devreye giriyor. Eksiklikleri dile getirme, bir şeyi daha iyi kılma çabaları da sürekli kaprislerle karşılanıyor.
Yaşadığımız bu serencam, her anlamda hayatın maliyetini bizim için hem maddi hem de manevi anlamda ağırlaştırmaktadır. Sorunları halletmenin ilk adımı, onların varlığını kabul etmek; ikincisi, onları halletmek üzere cehd ve gayret içinde olmak; üçüncüsü de, basitten mürekkebe doğru adım adım kendi imkanlarımızla ilerlemek. Ancak bunların tümünü önceleyen şey; tüm sözleri ciddiye almak ve dinlemek.