Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Sözcükler ve sözlükler

Zihnimiz dünyayı kelimelerle görür. Gözlerimiz görüntüye, kulaklarımız sese nasıl ayarlıysa tahayyülümüz de kelimelere öylece ayarlıdır ve kelimeleri çıkardığımızda hayat olduğu yerde donar, tekrar çözülebilmesi için kelimelerin gelmesini bekler. Kelimeler ile insan arasındaki ilişki oksijen ile teneffüs arasındakinin aynıdır. Onlar olmadan zihin de ruh da tahayyül de nefes alamaz, bulunduğu yere yıkılır. Uyku, narkoz veya derin dalgınlık, kelimeler sustuğu için hiçliğin kıyılarına atar bizi. Orada, kelimelerin olmadığı o ıssızlıkta bir ağaçtan, çakıl taşından, en iyi ihtimal, bir böcekten farkımız kalmaz. Kaldı ki bir grameri olmasa da sesler çıkararak korkuyu haber vermek, sevinci fısıldamak onlara mahsustur.

İnsan olmak, kelimelerle tanışmaktan geçiyor. Hayatın sıfır noktasında, gözlerimizin görmediği, kulaklarımızın duymadığı, tenimizin hissetmediği, ağzımızın tatlara duyarsız olduğu o karanlığı açan da sesler üzerinden kelimeler, fısıltıya dönüşen ruh uçuşlarıdır. Bu sebepten İncil, Antik Yunan felsefesinin logos’undan yararlanarak “bidayette lafız vardı.” der. Lafzı bidayete yerleştirmek, başlangıç noktasına kelimeyi koymak demektir. Hakeza aynı yaklaşım biçimi kudsi hadiste de kendini göstermiyor mu? “O ol dedi ve her şey görünür olmaya başladı.” Bütün bu sahnelerin, bütün bu oyunların, bütün şenliklerin, panayırların gerisinde hep onlar, kelimeler, kelimelerin sesi, rengi, tadı, kokusu var. Onlarsız bir hiçiz. Onların gölgesinde dinleniyor, onların ateşinde yanıyor, onların suyunda yıkanıyor, kendimizi onların esintisine bırakıyor, onların yokuşunu çıkıyor, onların uçurumundan aşağı düşüyor, onların okyanusuna dalıyor, onların göğünde kanatlanıyor, onların içine doğuyor, onların kucağına sığınıyor, onlarla doğup onlarla ölüyoruz.

İnsan ile söz, her vakit birbirinin içine girmiş, birbirinin içinde kaybolmuş et ile kemik, ten ile tırnak gibi hemhal olmuştur. Bu o kadar böyledir ki sözün bağlayıcılığı hayat ile ölüm arasındaki sınırın en belirgin çizgisinde durmuştur hep. Hakikati ifade eden sözün dirilticiliği ile yalana bulaşmış sözün öldürücü yüzü daima karşı karşıya konumlanmıştır. Verilen sözün tutulmasındaki berraklık, tutulmamasındaki bulanıklığa karşı biteviye insan olmak ile insan olamamak arasındaki yerde durmuştur. Sözünde duruyor olmak, sözüne güveniliyor olmak aynı zamanda insan olmanın, sözüne itibar edilmemek aynı zamanda insan olmaktan çıkmanın vesilesi ve göstergesi olarak görülmüştür. Bi da bizi hayatımız boyunca daima sözcüklerin merhametine sığınmayı, onların kucağında iken huzurlu, onlardan uzak durulduğunda huzursuz ve onlarla araya mesafe girildiğinde mutsuz olmamız anlamına gelmiştir. İşte sözcükler ile aramızdaki bu kıldan ince mesafe, bu yakından bakış bizim ona gözümüz gibi bakmayı gerektirmiş, her sözcüğü, belki de ürettiğimiz bütün metalardan daha korunaklı biçimde saklamayı zorunlu hale getirmiştir. Başlangıçta dilden dile, nesilden nesile aktarılan söz içerikleri, bir müddet sonra sözün dondurulmasıyla sözlük üzerinden müebbeden yaşayabileceği bir toprağa, bir iklime, bir atmosfere kavuşturulmuştur. Böylece sözlüğü olmayan diller, diğerlerinin gerisinde kalırken, geride kalanların dilleri gibi edebiyatları da ya atıl kalmış veya duyarlılığı taşıma kabiliyeti göstermediği için söz ile öz arasındaki mutlak bağlantı kısa devre yapmıştır. Bugünden geriye bakıldığında en büyük, en donanımlı, içeriği en zengin sözlüğü olan milletler aynı zamanda hayatın diğer alanlarında da rakiplerini geride bırakmış olanlardır. Çünkü söz, sözlüğe sığındığında kendini güvenli hisseder. Sözlüğe girmeyen sözün akıbetini takip etmek, nerede, nereye takıldığını görmek mümkün değildir. Sözlükler sözcüklerin en güvenli sığınağıdır ve her sözcük ancak oraya girdiğinde, oradaki yerini aldığında, oraya kurulduğunda artık geçmişinden, şimdisinden, hatta geleceğinden güven duyabilir.

Tıpkı insanlar gibi sözcüklerin de dinlenmeye, uyumaya, güç toplamaya ihtiyaçları vardır. Sözcükler de yolculuğa çıkar, bir bilinçten, bir tahayyülden ötekine dolaşır durur. Sözcükler de kıtalar aşar, kültürleri, medeniyetleri, coğrafyaları kateder, değişir, dönüşür, yeni anlamlar kazanır. Ama yine, tıpkı insanlar gibi bütün yolculukları evlerinde, başladıkları yerde biter onların da ve sözcüklerin evleri sözlüklerdir. Eğer bu ev tahkim edilmemişse, sağından solundan hava alıyorsa, korunaklı değilse sözcükler çürür, kokuşur, bağlamından kopar, gündelik yaşam akışının yapıştırıcısı işlevinden uzaklaşarak büsbütün dağılmasına sebebiyet verir. Çünkü her ilişkinin gerisinde duygular, o duyguların gerisinde ise kelimeler yatar ve kelimeler yalan söylediğinde duygular aşınır, duygular aşındığında fikirler yozlaşır, fikirler yozlaştığında nesiller bozulur, nesiller bozulduğunda insanlık çığırından çıkar. Sözcükler bireylerin, sözlükler ise toplumların sıhhatinin en önemli garantörüdürler. Sözcüklerini yitirmiş bireyler dilsizleşirken sözlüklerini yitirmiş toplumlar koflaşır, taşlaşır, zamanın tahrip edici etkisinden kendini kurtaramaz.

Kelimelerin içine doğar, kelimeler eşliğinde yaşar, kelimelere can verir, kelimelerin kucağında can veririz. Ölüm biraz da cümle kuramamak, kelimelerden ayrı kalmak değil midir? Görünen o ki en büyük korku rüyalarından biridir cümle kuramamak, kurulan cümleleri karşı tarafa iletememek… Ve kelimelerin de korkusu vardır. İçine girecekleri, zamanın yok edici hışmından kurtulabilecekleri, kendini insanların yanlış anlamalarından koruyabilecekleri bir sözlüğe kavuşamamak, içine girdikleri sözlükte kendilerini kötü hissetmek. Bir sözlüğü olmak kadar insanı ve insanlığı hayata bağlayan, hayatı insana ve insanlığa yaklaştıran hiçbir şey yoktur. Atmosferin, eyleyişleri unuturken sözcükleri zapta geçirmesinin bir sebebi olmalı…