Sözcükler ve sözlükler
Zihnimiz dünyayı kelimelerle
görür. Gözlerimiz görüntüye, kulaklarımız sese nasıl ayarlıysa tahayyülümüz de
kelimelere öylece ayarlıdır ve kelimeleri çıkardığımızda hayat olduğu yerde
donar, tekrar çözülebilmesi için kelimelerin gelmesini bekler. Kelimeler ile
insan arasındaki ilişki oksijen ile teneffüs arasındakinin aynıdır. Onlar
olmadan zihin de ruh da tahayyül de nefes alamaz, bulunduğu yere yıkılır. Uyku,
narkoz veya derin dalgınlık, kelimeler sustuğu için hiçliğin kıyılarına atar
bizi. Orada, kelimelerin olmadığı o ıssızlıkta bir ağaçtan, çakıl taşından, en
iyi ihtimal, bir böcekten farkımız kalmaz. Kaldı ki bir grameri olmasa da
sesler çıkararak korkuyu haber vermek,
sevinci fısıldamak onlara mahsustur.
İnsan olmak, kelimelerle
tanışmaktan geçiyor. Hayatın sıfır noktasında, gözlerimizin görmediği,
kulaklarımızın duymadığı, tenimizin hissetmediği, ağzımızın tatlara duyarsız
olduğu o karanlığı açan da sesler üzerinden kelimeler, fısıltıya dönüşen ruh
uçuşlarıdır. Bu sebepten İncil, Antik Yunan felsefesinin logos’undan
yararlanarak “bidayette lafız vardı.” der. Lafzı bidayete yerleştirmek,
başlangıç noktasına kelimeyi koymak demektir. Hakeza aynı yaklaşım biçimi kudsi
hadiste de kendini göstermiyor mu? “O ol dedi ve her şey görünür olmaya
başladı.” Bütün bu sahnelerin, bütün bu oyunların, bütün şenliklerin,
panayırların gerisinde hep onlar, kelimeler, kelimelerin sesi, rengi, tadı,
kokusu var. Onlarsız bir hiçiz. Onların gölgesinde dinleniyor, onların ateşinde
yanıyor, onların suyunda yıkanıyor, kendimizi onların esintisine bırakıyor,
onların yokuşunu çıkıyor, onların uçurumundan aşağı düşüyor, onların okyanusuna
dalıyor, onların göğünde kanatlanıyor, onların içine doğuyor, onların kucağına
sığınıyor, onlarla doğup onlarla ölüyoruz.
İnsan ile söz, her vakit
birbirinin içine girmiş, birbirinin içinde kaybolmuş et ile kemik, ten ile
tırnak gibi hemhal olmuştur. Bu o kadar böyledir ki sözün bağlayıcılığı hayat
ile ölüm arasındaki sınırın en belirgin çizgisinde durmuştur hep. Hakikati
ifade eden sözün dirilticiliği ile yalana bulaşmış sözün öldürücü yüzü daima
karşı karşıya konumlanmıştır. Verilen sözün tutulmasındaki berraklık, tutulmamasındaki
bulanıklığa karşı biteviye insan olmak ile insan olamamak arasındaki yerde
durmuştur. Sözünde duruyor olmak, sözüne güveniliyor olmak aynı zamanda insan
olmanın, sözüne itibar edilmemek aynı zamanda insan olmaktan çıkmanın vesilesi
ve göstergesi olarak görülmüştür. Bi da bizi hayatımız boyunca daima
sözcüklerin merhametine sığınmayı, onların kucağında iken huzurlu, onlardan
uzak durulduğunda huzursuz ve onlarla araya mesafe girildiğinde mutsuz olmamız
anlamına gelmiştir. İşte sözcükler ile aramızdaki bu kıldan ince mesafe, bu
yakından bakış bizim ona gözümüz gibi bakmayı gerektirmiş, her sözcüğü, belki
de ürettiğimiz bütün metalardan daha korunaklı biçimde saklamayı zorunlu hale
getirmiştir. Başlangıçta dilden dile, nesilden nesile aktarılan söz içerikleri,
bir müddet sonra sözün dondurulmasıyla sözlük üzerinden müebbeden
yaşayabileceği bir toprağa, bir iklime, bir atmosfere kavuşturulmuştur. Böylece
sözlüğü olmayan diller, diğerlerinin gerisinde kalırken, geride kalanların
dilleri gibi edebiyatları da ya atıl kalmış veya duyarlılığı taşıma kabiliyeti
göstermediği için söz ile öz arasındaki mutlak bağlantı kısa devre yapmıştır.
Bugünden geriye bakıldığında en büyük, en donanımlı, içeriği en zengin sözlüğü
olan milletler aynı zamanda hayatın diğer alanlarında da rakiplerini geride
bırakmış olanlardır. Çünkü söz, sözlüğe sığındığında kendini güvenli hisseder.
Sözlüğe girmeyen sözün akıbetini takip etmek, nerede, nereye takıldığını görmek
mümkün değildir. Sözlükler sözcüklerin en güvenli sığınağıdır ve her sözcük
ancak oraya girdiğinde, oradaki yerini aldığında, oraya kurulduğunda artık
geçmişinden, şimdisinden, hatta geleceğinden güven duyabilir.
Tıpkı insanlar gibi sözcüklerin
de dinlenmeye, uyumaya, güç toplamaya ihtiyaçları vardır. Sözcükler de yolculuğa
çıkar, bir bilinçten, bir tahayyülden ötekine dolaşır durur. Sözcükler de
kıtalar aşar, kültürleri, medeniyetleri, coğrafyaları kateder, değişir,
dönüşür, yeni anlamlar kazanır. Ama yine, tıpkı insanlar gibi bütün
yolculukları evlerinde, başladıkları yerde biter onların da ve sözcüklerin
evleri sözlüklerdir. Eğer bu ev tahkim edilmemişse, sağından solundan hava
alıyorsa, korunaklı değilse sözcükler çürür, kokuşur, bağlamından kopar,
gündelik yaşam akışının yapıştırıcısı işlevinden uzaklaşarak büsbütün
dağılmasına sebebiyet verir. Çünkü her ilişkinin gerisinde duygular, o
duyguların gerisinde ise kelimeler yatar ve kelimeler yalan söylediğinde
duygular aşınır, duygular aşındığında fikirler yozlaşır, fikirler yozlaştığında
nesiller bozulur, nesiller bozulduğunda insanlık çığırından çıkar. Sözcükler
bireylerin, sözlükler ise toplumların sıhhatinin en önemli garantörüdürler.
Sözcüklerini yitirmiş bireyler dilsizleşirken sözlüklerini yitirmiş toplumlar
koflaşır, taşlaşır, zamanın tahrip edici etkisinden kendini kurtaramaz.
Kelimelerin içine doğar,
kelimeler eşliğinde yaşar, kelimelere can verir, kelimelerin kucağında can
veririz. Ölüm biraz da cümle kuramamak, kelimelerden ayrı kalmak değil midir?
Görünen o ki en büyük korku rüyalarından biridir cümle kuramamak, kurulan cümleleri
karşı tarafa iletememek… Ve kelimelerin de korkusu vardır. İçine girecekleri,
zamanın yok edici hışmından kurtulabilecekleri, kendini insanların yanlış
anlamalarından koruyabilecekleri bir sözlüğe kavuşamamak, içine girdikleri sözlükte
kendilerini kötü hissetmek. Bir sözlüğü olmak kadar insanı ve insanlığı hayata
bağlayan, hayatı insana ve insanlığa yaklaştıran hiçbir şey yoktur. Atmosferin,
eyleyişleri unuturken sözcükleri zapta geçirmesinin bir sebebi olmalı…