Söz dağarcığından süzülen hakikatler
Türkiye’de
yaşanan olumlu gelişmeler, kültür ve sanat hayatı ile yayın âlemine de
yansıyor. Edebî eserlerin seviyesi giderek yükseliyor.
51 bin metrekarelik peyzaj alanı ve 4 bin 200 kişilik oturma kapasitesine sahip Rami Kütüphanesi hizmete açıldı.
Uzun zamandır görülen rüya gerçekleşti ve
İstanbul’daki Rami Kışlası, Türkiye’nin en büyük kütüphanesi olarak hizmete
girdi. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamasına göre bu tarihî ve güzel
mekân, sadece kütüphane değil bir kültür ve sanat merkezi olarak da vazife
görecek. Esasen kütüphanecilik alanında, uzun zamandan beri hakikaten bir
devrim yaşanıyor. Bu gerçeği, gözü olan herkes rahatlıkla görebiliyor. Geçmişte
soğuk mekânlar olarak bilinen kütüphaneler, son 20 yıldan beri birer cazibe
merkezi hâline geldi. Gençler bu mekânlarda derslerine çalışarak ve kitap
okuyarak yarınlara hazırlanıyor. Madem kütüphanelerden bahsediyoruz, yeni çıkan
kitaplardan da söz edelim ki görevimizi hakkıyla yapmış olalım.
Edebiyatçılar bazen yazdıkları gazete ve dergilerde kalan yazılarını sıkı bir şekilde eleyip okuyucularının önüne kitap hâlinde çıkarabiliyorlar. Şüphesiz bu keyfiyet, onların en tabii hakkı. Zira kalem erbabı olan edipler, gündemdeki sıradan hadiselerden ziyade kalıcı mevzular üzerinde dururlar. Mustafa Kutlu, yazılarını mutlaka okuduğum ve fikirlerinden istifade ettiğim bir ağabeyimiz. En az 40 yıla dayanan bir okuruyum. Şükürler olsun ki köklü bir dostluğumuz da var. Sel Gider Kum Kalır Dergâh Yayınları’ndan yeni çıktı. Dediğim gibi gazete ve dergilerde kalan yazılardan yapılan titiz bir seçme. Kapak ve sayfa tasarımı da kendisine ait. Kitabın başında önsöz yerine Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun Mustafa Kutlu ile yaptığı röportaj yer alıyor. Ardından “Edebiyat Yazıları” başlıyor. Konusuna göre taksim edilmiş. Şiir, Hikâye, Roman. Bu bölümün hemen peşinden yeni kısımlar başlıyor: Kültür Sanat Yazıları, Sinema-Televizyon-Müzik, Hayat ve Sanat. Kitap büyük boy, 260 sayfa. Kitabın büyük bölümü, Yeni Şafak gazetesindeki yazılardan oluşuyor, bir kısmı ise Dergâh dergisindeki metinlerden meydana geliyor. İsimler, eserler, mevzular… Mustafa Kutlu ve eserleri hakkında çok kadar güzel yazılar yazıldı bugüne kadar. Ben de naçizane bazı satırlar karaladım. Sözün hasını ondan işitelim: “Benim Dergâh dergisinde yazdıklarım ihtiyaca mebnidir. Yani esasen ben bir münekkit değilim. Bir okuyucunun intibalarıdır yazdıklarım. Yayımlanan şiir, hikâye, roman gibi eserler üzerine gerçekten tenkit yazıları dergimize ulaşmış olsa sütunları bu yazılara bırakacağım. Elbette ki bu iş belirli bir ısrar ve çaba gerektiriyor.” Bizde ‘münekkit’lerin yokluğuna/azlığına dikkat çeken yazarımız, “hakkında yazmaya değer” bulduğu eserleri ele aldığını belirtiyor ve şöyle diyor: “Bana göre edebiyat ortamı eseri, eser edebiyat ortamını besler. Ben söylediğim gibi, ‘hakkında yazmaya değer’ bulduğum eserleri ele alıyorum.” Her dem taze kalacak olan yazıları ihtiva eden Sel Gider Kum Kalır, okunup üstünde düşünülmeli.
İSKENDER
PALA’DAN SURNÂME
Okunan
yazarlarımızdan İskender Pala’nın yeni eseri Surnâme adını taşıyor. “Bir Osmanlı Mâcerası” olarak okuyucuya
takdim edilen, tarihle edebiyatın harmanlandığı roman, Kapı Yayınları arasında günışığına çıktı. Arka
kapak yazısını okuyalım: “Osmanlı Sultanı, şehzadeleri için bir sünnet düğünü
tertiplemiştir. İstanbul’da eski saraylarla birlikte Atmeydanı, Okmeydanı ve
Divanyolu gibi mekânlar seyirlik alan olarak belirlenir. On beş gün sürecek
düğünün dillere destan olması istenmektedir. Her vilâyetten ve her ülkeden
insanlar davet edilir. Bu sırada üzücü bir hadise: Sadrazam şehit olur… Sultan
düğün neşesini siyasete boğdurmamak adına yeni sadrazam ataması yapmaz. Mihr-i
Hümayûnu’nu kime vereceğini düğünden sonra açıklayacağını söyler. Bu durumda on
beş günlük düğün süreci devletlûlar ve davetliler için acımasız ve ölümcül bir
iktidar mücadelesine dönüşüverir.”
OSMAN
ZEKİ ÖZTURANLI
Beni en
çok sevindiren hususların başında, unutulmuş yazarların yeniden keşfedilip
günışığına çıkarılması ve kitaplarının okuyucunun istifadesine sunulmasıdır. Bu
vefalı davranış ile doğrusu yayınevlerinin hizmetleri taçlanmaktadır. Bu konuda
da öncü kimliğiyle tanıdığımız Ötüken Neşriyat, nisyana terkedilmiş bir yazarı,
Osman Zeki Özturanlı’yı edebiyat dünyamıza kazandırdı ve hikâyelerini
okuyucuların dikkatine sundu. Bütün
Hikâyeleri adıyla yayımlanan eserde, Özturanlı’nın bütün hikâyeleri bir
araya getirilmiş bulunuyor. Oğuzhan Murat Öztürk’ün yayına hazırladığı kitapta hikâyecimizin
daha önce yayımlanmış olan Mühür, Tabanca, Başakçılar ve Kör Karga
kitaplarındaki 39 hikâye ile Türk Dili dergisinde
çıkan dört hikâyesi iki kapak arasına girmiş oluyor. Böylece hikâye severler,
Özturanlı’nın toplamdaki 43 hikâyesinin hepsini bir arada görmüş oluyorlar. 1820’de
Aydın’ın Söke ilçesinde doğan yazar, 1982’de hayata veda etti. Özturanlı’nın
vefatından 40 yıl sonra yeniden edebiyat dünyasının dikkatine sunulan eserde,
Ege kasabalarında tarım toplumundan tüketim toplumuna geçişin maceralarını
görüyoruz. Özünü ve kimliğini koruyamayan birçok güzel beldenin sayfiye hâline
getirilerek turizmin hizmetine sunuluşu ile betonlaşmanın getirdiği sancılar,
akıcı bir dil ve sürükleyici üslup ile güzelce anlatılıyor. Osman Zeki
Turanlı’yı Türk edebiyatına kazandıranlara şükran borcumuz ve güçlü
teşekkürümüz olmalıdır.
SERÇE
SAATİ
Serçe Saati Berat Demirci’nin yeni
eseri. Denemelerden meydana gelen kitap Muhit Kitap’tan çıktı. Daha önce de
denemelerini zevkle okuduğum Demirci, bu eserinde de yine ihmallerimizi,
aksayan yönlerimizi, kayıplarımızı ve gafletimizi anlatıyor. İncelikli
davranışlardan uzaklaşmamızın hikâyelerini dile getiriyor. Günlük hayatta bizi
diri tutan kıymetlerimizin değerini bilmeyişimizin bize neler kaybettirdiğinin
altını çiziyor. Elimizde ve cebimizde olan mendillerden şehir mezarlıklarına
kadar çok geniş bir ilgi alanının altında okuyucusunu gezdiren ve mükemmel bir
mihmandarlık yapan yazarımızın kitabındaki “Kelebeği Beslemek” yazısı, oldukça düşündürücü
ve ufuk açıcıdır. Ben yazının ilk paragrafını size armağan edeyim, siz zaten
arkasını getirirsiniz: “Odama girmişti. Bazen karasinek, sivrisinek, arı
girdiği oluyordu ama bu ilkti. Bir kelebek… Kanatlı böceklerin en müzeyyeni, en
narini; keşke yanılıp şaşırıp odama girmeyeydi. Çiçek çiçek gezerek tüketmesi
daha iyi olurdu kısacık ömrünü.” “Valide Çiçeği”, Demirci’nin annesini
anlattığı hüzünlü yazı. Galiba edebiyatçıların denemelerindeki, şiirlerindeki ve
hikâyelerindeki en rikkatli metinler, annelerinden bahsettikleri bölümlerdir. Hele
vefatlarını anlatıyorlarsa hakikaten okurken gözleriniz dolar, hatta nemlenir.
İster istemez o anda herkes, sevgili annesini ve onun türlü hâllerini hatırlar.
Böyle bir çalışma yapıldı mı bilmiyorum ama keşke genç bir araştırmacı
“Yazarlar ve Anneleri” başlıklı bir çalışma yapsa. Bir annenin vefatından,
toprağa verilişinden ve ebediyete uğurlanışından sonra yazılacak her söz
anlamlı, her kelime duygu yüklüdür, kutludur. Sözkonusu olan bu yazının son
satırlarını takdim edeyim: “Öyle güzel kokuyordu ki… Bu koku bir çiçekten;
aradığım, belki unuttuğum bir cennet bahçesinden… İptida anneydi, sonra çocuk,
sonra bebek, en sonunda bir çiçek. Adı Valide Çiçeği…”
DURUP
DÜŞÜNÜNCE
Edebiyatçılar,
yazarlar yaşadıkları ülkenin sosyal hadiselerine bigâne kalamaz, çalkantılarına
duyarsız olamazlar. Kalemleriyle, duygu
ve düşünceleriyle yaşadıkları çağın tanığı olmak gibi bir sorumlulukları, mecburiyetleri
vardır. Hain ve alçak 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra milletimizin
dirilişini, direnişini ve şahlanışını hiç göremeyen edebiyatçılara hâlâ
şaşarım. Türkiye’nin büyük tehlike atlattığı bu hadiseyi göremeyen basiretsiz
kalemşorlar var ne yazık ki… Ama yazılarında ve kitaplarında o gece toprağa düşen
şanlı şehitleri ve yiğit gazilerimizi ananların sayısı şükürler olsun çok.
Bülent Turan’ın denemelerden meydana gelen Durup
Düşününce kitabı memleket meselelerine adanmış seçkin yazılardan
müteşekkil. “Büyüteçle FETÖ Meselesine Bakmak” başlıklı yazının son satırları
şöyle: “FETÖ’nün süreç içerisinde en zorlandığı şeylerin başına köksüzlük
gelir. İslâm ulemasının usul geleneğinde ve tasavvufi düşüncedeki silsile
geleneğinde cemaatleşen, bir hizip hâline gelen hareketlerde aranan temel bir
kaide vardır: Kök. Fetullah Gülen’in biyografisine bakıldığında ne doğru dürüst
bir medrese geleneğine ne tasavvufi bir bağa ne de temel bir İslâmi eğitime
rastlamak mümkündür. Tam burada karşımıza çıkan Said Nursi ve Nur Talebeliği
ile de Gülen’in direkt bir teması olmamıştır. Bu manada FETÖ’nün bu topraklarda
kökünün hiçbir zaman olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.” (Muhit Kitap)
MUSTAFA
AKAR’DAN ŞİİRLER
Şiir,
deneme ve hikâye kitapları bulunan yazar ve yayıncı Mustafa Akar’ın ‘toplu
şiirler’i de Muhit’ten çıktı. Kalbe dokunan “Serçeler Mezarlığı” gibi pek çok
iyi şiirin yer aldığı kitapta “İstanbul’da Aksak Doğaçlama” benim dikkatimi
çekti. İlk bölümü şöyle: “Şiir yazıyorum çünkü ‘şiir’ kelimesi Arapça ‘şuur’
kelimesinden gelir ve ben şuurumu modernliğin zırhında patlatmak istiyorum.”
Sayfayı çevirip devam edelim: “Şiir yazıyorum çünkü Ahmet Haşim çok kederli bir
adamdı. Annesi Fırat kenarında gezdirirdi, veremli annesi şairi. Modern şiiri
başlatmak için Bağdat’tan o, Üsküp’ten Yahya Kemal geldi şiirimizi gurbetten
getirdi ikisi. Ve bunu çok düşündüm.” Hadi arka kapağa yerleşmeyi hak etmiş
birkaç mısraı ile bu bölüme nihayet verelim, nasılsa siz bütün şiirleri
göreceksiniz: “Ben bir mektuba başlamışsam gerisini sen getir/Yarım mektupların
verdiği esenlikle öperim alnından/Bankalar kapanır, faizler düşer/ Bir bakarsın
iyileşir dünya bundan/ Bana mektup yaz, boş bırakma, ihtiyarlamazsam orta dünya
bizimdir.” Yücel Kayıran’ın şiirlerinden oluşan Stasis ve Hayaline Firar
Edemeyenlerin Afsunu isimli kitapları ise Everest Yayınları’ndan çıktı.