Söylenememiş sözlerin müebbet mahkûmluğu
Hayatımızda meramımızı anlattığımız her cümle kelimelerden, kelimeler de harflerden oluşur. Aslında her harf bir sesin işaretidir. Yine harf derununda farklı sırları barındırır ve bu sırlar en küçük anlam birimi olan kelimede bir araya gelerek ona bir anlam yükler. İbn-i Arabi’ye göre kelimelerin gerçek anlamlarını kavrayabilmek için harflerin sırlarını anlamak gerekir. Yine ona göre, harflerin bir ilmi ve her harfin bir ruhu vardır. Bu ilim veliler ilmidir. Kâinatta gözle görülen her şey bir KÜN sözüyle zuhur etmiştir.
Edebiyat için kelime işçiliği
derler. Doğru da söylerler. Edebiyatçı, kelimeleri yan yana getirmekten ziyade
onları kendi üslup anlayışına göre birbiriyle buluşturur. Bunu yaparken de
kelimelerin derununda saklı olan mana ahenginden faydalanır. Kimi zaman
doğrudan bir anlatımı tercih edilirken bazen de kelimelere farklı anlamlar
yükleyerek dolaylı bir anlatımla karşınıza çıkar. Bu anlatımda kelimeler bir
muammaya dönüşüvermiştir. Ana dilinizi oluşturan kelimeleriniz, mana ikliminde,
farklı bir boyuttan seslenir. Bu söylem; farklı çağrışımlar, semboller, maznunlar,
mecazlar, imgeler ve simgelerle mücehhez sırlı bir âlemin dilidir.
Edebiyatçı, tıpkı bir inci avcısı
gibi harflerin ve kelimelerin sırlı dünyasına dalıp, hep orijinal bir söylemin
peşine düşmüştür. Oradaki en nadide anlamı, en farklı söylemi bularak,
kendisine kulak veren okurunun gönlüne bu sihirli sözleri fısıldamamak
derdindedir. Bunu başardığı nispette okuru ile arasında sağlam bir köprü kurar.
Dilden gönüllere uzanan bu yolculukta, dili boş gelinemeyeceği için yazarın da
okuruna sunacağı ikram, yine bu kelimelerin sunduğu bedii zevk olacaktır.
Yazar, hissettiklerini okuruna
anlatır. Söylediği sözlerin sahibidir ve onların arkasında durmak durumundadır.
Bu yüzden ilk bakışta yazarın, söylediği sözün esiri olduğu düşünülebilir. Hz.
Ali de bu meyanda “Söz ağızdan çıkana
kadar senin esirindir; ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun.”
demiştir. Hatta çoğu düşünür, dili silaha, ağzı namluya, sözü de ağızdan çıkan
bir kurşuna benzetir. Kurşun namludan çıkınca geri dönmezmiş. Söz de öyledir.
Ağızdan çıktıktan sonra tekrar ağza girmez ama seken kurşun gibi gelir siz
vurur. Bu yüzden sözü tartarak, düşünerek söylemek lazımdır. Eee Hz. Mevlana “sözünü
tartmadan söyleyen, aldığı cevaptan incinmesin.” derken boşuna konuşmamış demek ki.
Bir de bildiğimiz hâlde söyleyemediğimiz, hissettiğimiz halde
anlatamadığımız sözler, yazamadığımız cümleler, duygular vardır. İnsan
söylemediği sözün hâkimi, söylediği sözün mahkûmudur derler. Acaba söyleyemediğimiz
sözleri, onlara hâkim olduğumuz için mi söyleyemeyiz? Bir koru avucunuzda tutar
gibi can acısıyla elinizi sıktıkça elinizi, içinizde tuttukça yüreğinizi yakan
ve bırakmak istediğimizde teninize yapışıp sizi bırakmayan bu sözler, onlara hâkim
olduğumuzdan mı yoksa onların bize hâkim olduğundan mı dilin ucundan geri
döner, kekremsi bir tatla yutkunulur.
İnsanoğlu, kendisine verilen konuşma
yeteneği ile iletişim ihtiyacını karşılamak adına günlük hayatta epeyce bir
kelime harcar. Bir yazar da yine kendisine verilen bu meleke ile ciltler dolusu
kitaplar yazabilir. Oysa insanın yazamadığı, söyleyemediği, yutkunduğu sözler,
belki söylediklerinden, yazdıklarından daha fazladır. Yeryüzünün bütün ummanları
mürekkep, bütün ormanlarındaki ağaçları birer kalem, yeryüzü ve gökyüzü kâğıt olsa
yazamayacağınız, kelimelerin tarifi etmekte aciz kalacağı öyle duygular, öyle
hasretler, öyle korkular, öyle nefretler ve öylesine acı hakikatler vardır ki ulu
orta yazamazsınız, söyleyemezsiniz.
Çok sevdiğim bir şarkısı vardı Ferdi
Tayfur’un “sorma tek kelime, anla hâlimden”
diye… İşte susarak, muhatabımızca hâlimizden anlaşılsın isteriz söylemek
istediklerimiz… Lisanımünasip ile söyleyemediğimiz, kal diliyle izah
edemediğimiz ama hal diliyle feryat ettiğimiz hakikatlerin, özlemlerin,
hasretlerin, aşkların, nefretlerin hamalı, kürek mahkûmuyuzdur aslında bir nevi.
Muhataplarımızın tecahül-i arifane bir ustalıkla anlayıp da anlamamazlıktan
geldiği, bilip de bilmezlikten geldiği ebkem duygularımızı; gönül külhanında
harlayıp, sabrın örsünde dövüp lime lime ederek sükût diline armağan ettiğimiz
harfler, kelimeler, cümleler bir ömür boyunca yüreğimizi bir kurt gibi kemirir.
Söylenememiş sözlerin müebbet mahkûmluğu da bu olsa gerek.