Dolar (USD)
35.15
Euro (EUR)
36.73
Gram Altın
2965.55
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
21 Aralık 2022

Sosyal Sözleşme

Türkiye’nin yakın kısa tarihi yoğun bir süreci anlatması açısından önemli sonuçlar çıkarmak üzere okunmalıdır. “Kısa tarih” ifadesindeki “kısalık” bağlama göre değişebilir. Kimi zaman Osmanlı’nın son dönemi, kimi zaman Cumhuriyet’in kuruluşu kimi zaman da son elli yıllık tarih baz alınabilir.

Yakın kısa tarihe dikkat çekmem, bugün ile sosyolojik karşılaştırmalar yapabilmek için önemlidir. Elbette sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel birçok bağlam tespit edilerek farklı analizler yapılabilir. Bizim bu yazımızda ise bağlamı içinde yaşadığımız toplumdaki temel bir soruna dikkat çekişle elde edebiliriz.

Türkiye’nin son elli yılını az çok tecrübe etmiş olarak, bugünden bakılınca sosyolojik olarak şöyle bir sorun görünmektedir. Birincisi, toplumda vicdan ve mutabakatı çalıştıracak “ortak bir tavır” oldukça zayıflamış görünmektedir. Nitekim sorunlar karşısında sürekli bloklaşmaya giderek, “taraf”ların kimi zaman akıl ve ortak doğrulara hiç aldırmadan savunuya geçmeleri bunun bir göstergesidir. Aslında hangi konu olursa olsun, toplum konuşmamakta, “doğru” ve “yanlış”ları ideolojize edilmiş çerçeveden tanımlamaktadır. Doğrusu sosyal medya da bu bağlamda ciddi araçsallaşmış görünmektedir.

İkincisi, Toplumun davranışlarının rotasını belirleyen ve sorun halletmek üzere devreye giren kurumsallaşma da ciddi anlamda zarar görmüş ve zayıflamıştır. Bu zamana kadar yaşanan badireler bir şekilde atlatılmışsa, bunun temel sebebi hala derin tarihsel köklerde varolan ve el yordamıyla devam ettirilen modlardır. Fakat içinde yaşadığımız zaman diliminde bilhassa genç nesil üzerinde de izlenebileceği üzere dilden geleneklere kadar bu modların tutunma ihtimalleri zayıflamaktadır.

Elbette bu durumların oluşmasında post/modern koşulların dayattığı hayat tarzlarının ciddi bir etkisi bulunmaktadır. 1980 sonrası dışa daha açık modernleşme politikaları, liberal bir zemin içinde yeni birey ve öznellikler yaratmış, ciddi bir gelenek eleştirisi başlatmış; postmodernlik ise sübjektivitenin doruk yaptığı bir ortam yaratarak ortak mutabakatların hepsini bireye dışarıdan uygulanan bir şiddet olarak tanımlamaya başlamıştır.

Aslında bir yapısöküm olarak işleyen bu süreç, son kertede Türkiye toplumunun sıkıntı zamanlarında başvurduğu modlarını çözündürdüğünden ve toplumda uygun mutabakat koşulları ve ögeleri yaratılamadığından bir “boşluk” hali meydana getirmiştir. Dolayısıyla toplumdaki insanlar yüzyüze geldikleri olaylar karşısında görüş belirtirken, takip ettikleri bir sözleşme, ortak mutabakata başvur(a)mamakta ve postmodernlerin tabiriyle “her şey gitmekte”dir; ya da hiçbir şey gidememektedir.

Kanaatimizce 1980’den bu yana yaşanan serencamda bir yol ayırdımına gelinmiştir. Görünen manzara gerek siyaset-toplum, gerek devlet-toplum gerekse insan-insan ile çevre-toplum arasında çıkan ve artık kapatılması zor görünen sorunlardır. Öyle ki, “ötekileştirme”nin artık sıradanlaştığı ve geniş toplum kesimlerinde herkes için bir güvensizliğe dönüştüğü görülmektedir.

Hobbes başta olmak üzere modern siyaset teorileri “insanın kötü olduğu” varsayımından yola çıkarak, siyaset ve toplumsallığı bu “kötü”lüğü dönüştürecek bir mekanizma olarak kurarlar. Burada devreye giren en önemli mutabakat “sözleşme” olarak görülmektedir.

Elbette “sözleşme”nin meşruiyet temelleri, devlet-toplum ve insan-insan arasındaki sorunları halletme biçimini belirleyen temel ilkeleri önemlidir. Hatta bu sözleşmenin Batı’dan bir aktarım olması da doğru değildir. Zira Türkiye’nin tarihselliği ve toplumsallığındaki belirleyiciler devreye girmelidir.

Doğrusu “vicdan”ların işlerlikle çalışması ve ortak mutabakat için yeni bir sözleşmeye ihtiyaç varmış gibi görünmektedir. Belki bunun ardından toplum gerçekten konuşmaya başlayacaktır.