Sosyal Sözleşme
Türkiye’nin yakın kısa tarihi yoğun bir süreci anlatması açısından önemli sonuçlar çıkarmak üzere okunmalıdır. “Kısa tarih” ifadesindeki “kısalık” bağlama göre değişebilir. Kimi zaman Osmanlı’nın son dönemi, kimi zaman Cumhuriyet’in kuruluşu kimi zaman da son elli yıllık tarih baz alınabilir.
Yakın kısa tarihe dikkat çekmem,
bugün ile sosyolojik karşılaştırmalar yapabilmek için önemlidir. Elbette
sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel birçok bağlam tespit edilerek farklı
analizler yapılabilir. Bizim bu yazımızda ise bağlamı içinde yaşadığımız
toplumdaki temel bir soruna dikkat çekişle elde edebiliriz.
Türkiye’nin son elli yılını az çok
tecrübe etmiş olarak, bugünden bakılınca sosyolojik olarak şöyle bir sorun
görünmektedir. Birincisi, toplumda vicdan ve mutabakatı çalıştıracak “ortak bir
tavır” oldukça zayıflamış görünmektedir. Nitekim sorunlar karşısında sürekli
bloklaşmaya giderek, “taraf”ların kimi zaman akıl ve ortak doğrulara hiç
aldırmadan savunuya geçmeleri bunun bir göstergesidir. Aslında hangi konu olursa
olsun, toplum konuşmamakta, “doğru” ve “yanlış”ları ideolojize edilmiş
çerçeveden tanımlamaktadır. Doğrusu sosyal medya da bu bağlamda ciddi
araçsallaşmış görünmektedir.
İkincisi, Toplumun davranışlarının
rotasını belirleyen ve sorun halletmek üzere devreye giren kurumsallaşma da
ciddi anlamda zarar görmüş ve zayıflamıştır. Bu zamana kadar yaşanan badireler
bir şekilde atlatılmışsa, bunun temel sebebi hala derin tarihsel köklerde
varolan ve el yordamıyla devam ettirilen modlardır. Fakat içinde yaşadığımız
zaman diliminde bilhassa genç nesil üzerinde de izlenebileceği üzere dilden
geleneklere kadar bu modların tutunma ihtimalleri zayıflamaktadır.
Elbette bu durumların oluşmasında
post/modern koşulların dayattığı hayat tarzlarının ciddi bir etkisi bulunmaktadır.
1980 sonrası dışa daha açık modernleşme politikaları, liberal bir zemin içinde
yeni birey ve öznellikler yaratmış, ciddi bir gelenek eleştirisi başlatmış;
postmodernlik ise sübjektivitenin doruk yaptığı bir ortam yaratarak ortak
mutabakatların hepsini bireye dışarıdan uygulanan bir şiddet olarak tanımlamaya
başlamıştır.
Aslında bir yapısöküm olarak işleyen
bu süreç, son kertede Türkiye toplumunun sıkıntı zamanlarında başvurduğu
modlarını çözündürdüğünden ve toplumda uygun mutabakat koşulları ve ögeleri
yaratılamadığından bir “boşluk” hali meydana getirmiştir. Dolayısıyla
toplumdaki insanlar yüzyüze geldikleri olaylar karşısında görüş belirtirken,
takip ettikleri bir sözleşme, ortak mutabakata başvur(a)mamakta ve
postmodernlerin tabiriyle “her şey gitmekte”dir; ya da hiçbir şey
gidememektedir.
Kanaatimizce 1980’den bu yana
yaşanan serencamda bir yol ayırdımına gelinmiştir. Görünen manzara gerek
siyaset-toplum, gerek devlet-toplum gerekse insan-insan ile çevre-toplum
arasında çıkan ve artık kapatılması zor görünen sorunlardır. Öyle ki,
“ötekileştirme”nin artık sıradanlaştığı ve geniş toplum kesimlerinde herkes
için bir güvensizliğe dönüştüğü görülmektedir.
Hobbes başta olmak üzere modern
siyaset teorileri “insanın kötü olduğu” varsayımından yola çıkarak, siyaset ve
toplumsallığı bu “kötü”lüğü dönüştürecek bir mekanizma olarak kurarlar. Burada
devreye giren en önemli mutabakat “sözleşme” olarak görülmektedir.
Elbette “sözleşme”nin meşruiyet
temelleri, devlet-toplum ve insan-insan arasındaki sorunları halletme biçimini
belirleyen temel ilkeleri önemlidir. Hatta bu sözleşmenin Batı’dan bir aktarım
olması da doğru değildir. Zira Türkiye’nin tarihselliği ve toplumsallığındaki
belirleyiciler devreye girmelidir.
Doğrusu “vicdan”ların işlerlikle
çalışması ve ortak mutabakat için yeni bir sözleşmeye ihtiyaç varmış gibi
görünmektedir. Belki bunun ardından toplum gerçekten konuşmaya başlayacaktır.