Sosyal Bilimler Tabii Bilimlerin İlmihalidir
Batı modernitesi kendi sosyal, ekonomik, siyasal vb. dinamiklerin içinden geçerek bir forma bürünmüştür. Batı dışı toplumlar ise modernliği önemli oranda bu dinamiklerden uzak iktibas ederek aktardılar. Elbette bu aktarımlar toplumsal değişimleri farklı biçimlerde etkiledi.
Türkiye de dahil olmak üzere Batı
dışı toplumlar modernliği “science” kavramının çerçevesinde fizik ve tabii
bilimler ile özelde teknoloji olarak anlaşılmıştır. Batı dışı toplumlar bu
sebeple teknolojiye büyük bir hayranlıkla bakmışlar, “gelişme”yi (ya da
kalkınmayı) teknoloji olarak anlamışlardır.
Bu minvalde modern süreçte çokça
kullanılan “tarım toplumu olmaktan sanayi toplumu olmaya geçiş” ifadesi
kullanılmaktaydı. Bazı toplumlar buradan yola çıkarak bir an önce tarım toplumu
olmaktan kurtulmaya çalıştılar. Teknoloji gelişimini sağlayacak adımlar atmaya
çalıştılar. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, tarım ve gıda Amerika’nın
adlandırdığı gibi bir güvenlik sorunudur.
Bu süreçte sosyal bilimler geri
planda kaldı. Sosyal bilimlerin, tabii ve fizik bilimler ile karşılaştırılınca
sonuçlarının ve ürünlerinin somut görünürlüğü farklılaşmaktadır. Nihayetinde
teknolojik üretimlerin somut görünümleri herkesin gözü önünde olduğundan sosyal
bilimler bilhassa hızlı adımlarla yol almak isteyen Batı dışı toplumların
ilgisini o kadar fazla çekmemektedir.
Halbuki bugün de dahil olmak üzere
sosyal bilimler, diğer bilimler temel stratejilerini belirleme açısından bir
ilmihal işlevi görmektedir. Bir başka deyişle, sosyal bilimler bilhassa Batı
toplumlarının sosyal, ekonomik, siyasal hedefleri doğrultusunda bir zihni
arkaplan kazanmaktadır. Bir anlamda tabii ve fizik bilimlerinin meşruiyet
çerçevesini belirlemekte; aynı zamanda ülkelerin ihtiyaçları doğrultusunda
yeniden muhteviyat kazanmaktadır.
Modernliğe başlangıçta temel
mentalite “Tanrı merkezli bir evren görüşünden insan merkezli bir evren
görüşüne geçiş” olmuştur. En başta sosyal bilimlerin farklı disiplinleriyle dinin
bıraktığı boşlukta “sosyal gerçeklik” tespiti yapmaya çalıştığını bilmekteyiz.
Bunun gerçekleşebilmesi o dönemde ilk sosyologların tekliflerinde de
izlenebilmektedir. Söz gelimi; Comte’un “din”i insanlığın geri evresinde
görmesine rağmen “insanlık dini”nde karar kılması ve nihayetinde “Pozitivizm
İlmihali” rastgele bir sonuç ve isimlendirme değildir.
Benzer şekilde Durkheim dinin
işlevsel boyutunu öne çıkarmakla birlikte, herşeyin kaynağını toplum olarak
görmesi son kertede Fransa’da birlik ve bütünlüğün nasıl sağlanacağına yönelik
bir çabadır. Bu arada Durkheim’ın “Sosyolojik Yöntemin Kuralları” isimli
çalışmasının bir sosyal bilim yöntemi olmakla birlikte, sosyal bilimlerin
felsefesini belirlemek anlamında ilmihal niteliği kazandığı da bilinmelidir.
Durkheim’ın bu anlayışını Amerika’da
Talcott Parsons, Amerikan toplumun ihtiyaçları doğrultusunda yeniden
işlevselleştirmiştir. Diğer yandan erken sosyolojik teorilere bakıldığında
sosyal gerçekliğin nasıl yaratıldığına dair izleri görürüz. Nitekim “ilerleme”
düşüncesi sonuçta Batı toplumlarının nasıl “rasyonel” oldukları gibi sonuçlara
ulaştırılmıştır. Yine “Aryan ırkı”nın üstünlüğü teorileri ortaya atılmıştır.
Tüm bunlar önemli oranda Batı toplumlarının sosyal bilimlerdeki ayrıcalığını
korumaya yardım ettiği gibi, Batı dışı toplumlara müdahalesini de
meşrulaştırmış görünmektedir.
Bu minvalde Batı dışı toplumlar da
ortaya atılan Batılı teoriler doğrultusunda dönüş(türül)meye başlanmıştır.
Hatta bunu bir gelişmişlik düzeyine ulaşmak için gerekli de görmüşlerdir.
Sosyal bilimler alanındaki
çalışmalar ciddi önemlidir. Kendisine strateji çizmeyen toplumlar bir gelecek
kuramazlar. Özellikle müslümanlar sosyal bilimler alanında Batılı teorileri
tekrar etmeyi ve aktarmayı bırakarak, kendi toplumlarının teorilerini kurmaya
odaklanmalıdırlar.