Sosyal bilimler (fakültesi)
Türkiye’de
sosyal bilimler hakettiği önemi kazanmamış; siyasetten ekonomiye,
kültürellikten gündelik hayata kadar çok farklı alanlarda toplumsal doku
çoğulculuğa, bilimsel tartışmalara, farklılıklara “açık” bir şekilde kendisini
yeniden inşa edememiştir.
Bunun
bazı sebeplerinden bahsetmek mümkündür. Birincisi, modernleşme Osmanlı’dan bu
yana gerek devlet gerekse toplum katmanlarında “teknoloji” ile özdeş olarak
algılanmıştır. Bunun bir sonucu olarak teknik bilimler önem kazandığı gibi
teknolojik aygıtlar gelişmişliğin göstergesi olarak okunmuşlardır. Halbuki Batı
toplumlarında varolan teknolojik gelişmeler öncelikle bir zihniyet ve düşünce
değişiminin sonucudur. Böyle bir düşünsel değişim olmadan teknoloji üretiminin
en azından orijinal olmayacağını bilmek lazımdır.
Yine
batılılaşma tarihimizde her alanda teknoloji transferleri öncelenmeye çalışılmıştır.
Belki bunun bir sonucu olarak mühendislik, tıp gibi uygulamaya yönelik bilim
alanları hem üniversite eğitimleri hem siyaset hem de pratikte öncelenmiştir.
Burada yetişen insanların yakın zamana gelinceye kadar gerek ülke içinde iş ve
istihdam gerekse yurt dışında iş bulma anlamında önleri açık olmuştur. Hatta
Türkiye siyasetinde yöneticilerin önemli oranda mühendislerden olması, hem
toplumsal aklın işleyişi hem de taleplerini yansıtmaktadır. Yani bizim ülkemiz
de mühendislik hizmetleri ile dolsun.
İkincisi,
sosyal bilimlerin gelişimi fen, mühendislik ve tabiat bilimlerinden daha geç
olduğundan, transferleri de daha geç bir dönemde mümkün olmuştur. Bu durum
özellikle eğitim sistematiğinin erken biçimlenmesinde sosyal bilimleri biraz
daha dışarıda bırakmıştır. Üçüncüsü, sosyal bilimlerin fen, fizik, mühendislik
ve tabiat bilimleri kadar “kesinlik” ifade etmediğinden mülhem biraz da
“entelektüel fantezi” gibi görülmesidir. Nitekim felsefenin toplum nezdindeki
itibarı bellidir. Aynı durum sosyoloji, antropoloji, arkeoloji vb. sosyal
bilimler için de geçerlidir. İnsanların bilimden “din” gibi bir kesinlik
beklentisi içine girmeleri, biraz gündelik hayatı bir mühendislik olarak kurma
istemleriyle bağlantılı görünmektedir.
Dördüncüsü
de, sosyal bilimlerin ideolojik angajmanlı bilimler olarak görülmesinden mülhem
gerek devlet gerekse toplum tarafından üzerine rezervlerkonulmasıdır. Doğrusu
Batı’da sosyal bilimler “ideolojik bilimler” şeklinde de konumlandırılır kimi
zaman. Ancak onun bu konumu, üniversitelerde sosyal bilimlere ağırlık
verilmesinin de bir gerekçesini oluşturmaktadır. Fakat geçmişte üretilen
tedirginliklere bakıldığında, felsefe, sosyoloji gibi bilimler toplumun
deyişiyle “insanın kafasını bulandıracak” ya da “insanı ideolojik kılacak”
bakış açısı üretmekteydiler.
Halbuki
sosyal bilimler bir ülkenin temel bakış açısı ve felsefesini üretme anlamında
başat konumda olmalıydı. Çünkü ülkenizin felsefesini sağlam kurarsanız, bu
felsefenin topluma yayıldığını ve bunun diğer alanlardaki gelişmeler olarak
yansımalarının olduğunu görebileceksiniz.
Sosyal
bilimlerin buradaki bir fonksiyonu da tabiatı gereği toplumu bir mühendislik
ürünü olarak görmediği için homojenlik, diktelere pirim vermeden çoğulcu
tartışmalar, farklılıklara yer verebilmek olmalıdır. Aslında üretebileceği en
önemli çıktı da bu olacaktır. Türkiye’de bu fakültelerden yetişecek
öğrencilerin hem farklı fikirlere saygı, hem hermenötik yaklaşımhem de tartışma
zeminine saygılı olmaları beklenir.
Geçenlerde
bir üniversitenin sosyal bilimler fakültesi öğrencilerinin “din”le dalga geçen
etkinliklerine yönelik ilk eleştirim, daha çok yukarıda anlattıklarım üzerinden
olacaktır. Birincisi, bir sosyal bilimci adayı olarak bu öğrencilerin
insanların inançlarıyla bu denli dalga geçmeleri bana geleceğe dair umut
vermedi. Şayet dini anlayışları eleştirmek istiyorlarsa, bunun çok daha
kaliteli ve sosyal bilimlerin sınırsız enstrümanlarını kullanarak yapılması
mümkündür. İnsanları inciten bu etkinliğin ardından, tüm toplumu kapsamayı
nasıl düşüneceksiniz? Çoğulculuğu nasıl pratize edeceksiniz?