Sorununa sahip çıkmak
Sorun şu: insanlar yaşadıkları problemler karşısında, bunları tartışma ve çözmek bağlamında bir sorumluluk yüklenmekten imtina ediyorlar. Çoğunlukla kolektif bir zihniyetle hareket ederek, resmi sorumlulara bu işi halletmek üzere devrediyorlar. Bu, daha çok halkın kendisini ait hissettiği cemaat, kurum vb. yöneticilerinin sorunlarını halletmesini beklemek şeklinde gerçekleşir.
İki düzeyde tezahürlerini izlemekteyiz. Birincisi, sivil alanda cemaat mensuplarının cemaat liderine atfettikleri yükümlülük ve hatta olağanüstülüktür. Şeyhlerin uçup kaçma hikayeleri ile depremi önledikleri şeklindeki anlatılar bunların önemli bir örneğidir. Diğer yandan, bütün sorunların hallinin devlet yöneticilerinden beklenmesidir. Özellikle toplumda yaşayan insanların, sorunlarıyla ilgilenmek yerine, bunları partilere devretmeleridir.
Öncelikle bu durum bir içerim olarak ne tür sorunları önümüze getirmektedir? Birincisi, kendi yükümlülüklerini üstlenecek bir insan profilinin ortaya çıkamamasıdır. Buna kısa yoldan bireyin ortaya çıkamaması diyeceğim. Ancak bireye dair Saint Simon’cu bazı rezervleri dikkate alarak. Dolayısıyla dini değerlerden mesafe alarak, kendi değerlerini bir mikrotanrı olarak yaratan profilden bahsetmiyoruz. Fakat insanın özgür iradesi ile seçebilmesi ve yükümlülük üstlenmesidir.
Mevcut durum, bize devlet ile sivillik arasındaki mesafe ve ilişkideki problemleri göstermektedir. Aslında müslüman toplumların temel kurgusunda, sivillik lehine bir anlayış vardır. Fakat süreç içerisinde ve özellikle modern zamanlarda devlet sivillik üzerine baskın çıkmıştır. Devlet toplumda stratejiler belirlemek, toplumda belirli güzergahların altını çizmek anlamında önemli işlevler görmektedir. Fakat sivillik burada boğulduğu zaman, devletin “güzergâh” ve “strateji” belirleme konusunda elinde aşağıdan talepler ve sivilde üretilen bilgiler olmadığı durumlarda bir tıkanma yaşamaktadır. Diğer yandan sivilliğin güçlenmesi demek, aşağıda yer alan fertlerin kendi sorumluluklarını yüklenmelerini de gerektirmektedir.
Peki bu tavrın toplumu getirdiği yer neresidir? Öncelikle en yakın çevremizden başlayarak, meydana gelen olaylara ya ilgisizlik ya da yükümlülükten kaçınmak söz konusudur. Bu komşuluk ilişkilerinden, yanlış park yapmaya, mahalledeki problemlere kadar bunları izleyebiliriz. Bu durum, devlet ile vatandaş arasındaki ilişkide de tezahür ediyor. Bir ülkenin tüm sorunları, sadece devlet yöneticilerine ve partilere ait sorunlar değildir; aslında o ülkede yaşayan tüm insanların ilgilenmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu konuda gelişen negatif ilişkiler, giderek sorunlar karşısında kişilerin hiçbir özne tavrı göstermemelerini sonuçlamaktadır. Nitekim, kendilerine mikrofon uzatıldığında önemli oranda insan, “devlet kredi kartı sayısını sınırlasın” türünden, aslında tam da kendi özneliğini göstereceği yerde pasifliğe dönmektedir. Ben “devlet çikolata sayısını sınırlandırsın” diyen insanlar duydum.
Aslında demokratik bir toplumun işleyişi, aşağıdaki taleplerin, sivilliklerin, bilgilerin çok geniş bir şekilde üretilmesi ve yukarıya iletilmesi şeklinde olur. Aşağıda üretilenlerin yokluğu veya aşağının zayıflaması, bir müddet sonra yukarının sağlıklı kararlar alma mekanizmasını engeller. Söz gelimi; bizim Osmanlı’dan bu yana modernleşme şeklimizin yukarıdan aşağıya bir karakter taşıması, dikkat ederseniz ciddi sorunlar oluşturmuştur. Dolayısıyla bugün toplumun önemli üyeleri olarak bireylerin sorunlarına sahip çıkmadıkları; önemli oranda birçok kurumlarda yer alanların sivil bir üretim yapmak yerine bürokrasi içinde kayboldukları ve periferide dolandıkları gözlemlenmektedir.
Maalesef bir kültür haline gelmiş bu çıkmaz, insanı tinsellik üretmeye doğru götürme konusunda bir engeli de ifade ediyor.