Sorunun muhatabı
Her günümüz bir önceki günden şikâyetle geçiyor ve sonra yarın oluyor. Yarın da bugünden şikâyetçi olacağız. Bir kısır döngü olmuş zaman. Koy vermişlik halinde yuvarlanıp gidiyoruz. Halimizi anlatan okkalı sözler bulunca da sosyal medyanın gizemli duvarlarında onları paylaşarak kendimizi rahatlatıyoruz. Sonra bir âlem oluşuyor içimizde âlem içinde.
Dünya
tuhaf bir ip yumağı olmuş, biz de bir kedi, o yumakla oyalanıp duruyoruz. Tam ipi
çözdük derken bakıyoruz ki, bize ayrılan sürenin sonuna gelmişiz. Sonra da
bizden öncekiler gibi sarılıp biz bez parçasına her şeyi arkamızda bırakarak
gidiyoruz. Allah var, o son soruyu sormadan göndermiyorlar bizi. Lakin son
soruya koro halinde verilen cevap bizim için bu dünyada söylenen son türkünün
son sözleri olarak kalıyor. Söz bitiyor ve buruk bir elveda ile gidiyoruz. Bu
kadar.
Peki,
her şey kabulümüz. Ancak bir şeyler yapmak gerekmiyor mu? Bu gidişe bir dur
demek gerek. Bu güç var mı bizde? Bu güç var ki, biz de varız. Varlığımızın
gayesi bize yüklenen sorumluluğun dağına göre kar olduğu ile eşdeğerdir. Lakin
sorular yumağının içinden kurtulma konusunda mahir olamıyoruz. Maharetimiz sorulara
talip olmakta.
Hepimiz
aynı sorudan mustaribiz aslında. Evet! Bir şeyler yapmak… Bir şeyler
yapmalıyız… Ama ne? Soru herkes için aynı ama cevap bulmakta zorlanıyoruz.
Dışımızda dönüp duran dünya, içimizde cevabı bulunamayan sorular mezarlığı. Her
gün bir yerlerimizi gömüyor, o mezarlığa. Sıradanlığın tüm sırlarımızı ifşa
ettiği ve yaşamak adına biriktirdiğimiz gizemlerin deşifre olduğu,
sadağımızdaki son okun da tükendiği bir zamanda yapacak bir şeyler kalmış
olmalı umudunda içinde dönüp durduğumuz dünyada cevapsızlık tüketiyor bizi.
Herkes
kendi cevabını bulmak yerine, başka hayatların sorularının cevabının peşine mi
düştü acaba? Sorulardan yeni sorular türüyor ve beyin karşı konulamaz
çelişkiler içerisinde zorlandıkça zorlanıyor. Bizim yaşamamız gereken hayata
bakmamız yerine başkalarına biçilen kıyafetlere girmek için kendimizi
zorluyoruz. Sanırım buna siz, özenti diyorsunuz. Özenti…
İşte
bir soru daha: Kendi hayatının kahramanı olmak yerine başka hayatların dublörü
olmak ne kadar doğru? Kaderin bize biçtiği rollere razı olmayıp, irademizi
zorlayarak ağır yüklerin altına girmek erdem mi, yoksa aymazlık mı? Konuştukça
sorular büyüyor zihnimizde. Susmak çaresi olur mu acaba sorularımızın?
Sorular
üst üste gelince Üstad Necip Fazıl’ın ‘Zindandan
Mehmet’e Mektup’ adlı şiirindeki veciz dizeleri geliyor aklıma:
“Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üst üste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan
insan mı çıkar, tabut mu?”
Sonra
da dünya için en doğru kavramın zindan olduğunu düşünüyorum. Sahi, buradan
insan mı çıkacak, yoksa tabut mu? Sorulara cevap ararken bir soru daha düşüyor
satırlara.
En
sonunda beni rahatlatacak bir cevap olarak zihnime yerleşiyor bir ayet: “Allah
insana kaldıramayacağı yükü yüklemez.” (Bakara Suresi, 286. Ayet) Bu
ayeti duyduktan sonra bu kadar sorunun içinde vardır muhakkak bir cevap diyor
insan. Soruyu sordurtan cevabı da buldurur elbet. Bize düşen başka hayatların
özentisi içerisinde olmadan ve kendi sorumluluğumuz dışındaki sorulara
bulaşmadan kendi sorularımızın cevaplarını kendi irademizle bulmak. Çünkü insan
kendi sorusunun muhatabıdır.