Sonsuzluğun parçası olmak
Hepimiz sonsuzluğun bir parçasıyız. Yaşama sevincini ondan alıyoruz. Kendimizi koruma içgüdüsünü o besliyor. Yüzümüzdeki ışığı o veriyor. Kalbimizi bir saat gibi o çalıştırıyor, kanımızı damarlarımızın içinde o dolaştırıyor. Gözümüzü görüntülerle, kulağımızı sesler, yüreğimizi duygularla o buluşturuyor. Ölüm, mutlak bir yokluk anlamına gelse, dünya ışığının neredeyse tamamı onun tarafından soğurulur, renklerin çoğu solar, hayat katlanılmaz hale gelirdi. Bundan dolayıdır ki aldığımız her nefeste içimize doluşan tazeliği ona, sonsuzluğun parçası olmaya borçluyuz. Bunu perçinlemek için uyanıyor, hareket ediyor, sonsuzluk akışının bir ucundan tutmak, ona tutunmak istiyoruz. Sabahları, hayata katılma, yaşama sevincine dokunma içgüdüsünün altında bu yatıyor. Tutkuyla bakıyoruz hayata. Her günü, o gün son günmüş ve bir daha tekrarı olmayacakmış gibi hevesle yaşıyor, yapmakta olduğumuz işe dört elle sarılıyor, hayat sadece ondan ibaretmiş ve onun dışında hiçbir şey yokmuşçasına ona yoğunlaşıyor, öncesinde olmayan ve tarafımızdan yapılan bu şeye gururla bakıyoruz.
Sonsuzluk her bir parçasını korumak için evrene ve doğaya ha bire komut veriyor: Güneşi aynı yerden, aynı saatte doğduruyor, gökyüzünü vaziyete göre maviye, griye veya siyaha boyuyor, açık havayı kapatıyor, kapalıyı açıyor, bazen yağmur, bazen kar yağdırıyor, olmadı bulut gönderip rüzgar estiriyor ve bütün bunlar, bu şeyler verilen görevi sonuna kadar olması gerektiği biçimiyle yerine getirmek için var gücüyle gayret gösteriyor. Tohum tomurcuğa, tomurcuk meyveye evriliyor ve içindeki çekirdeği toprakla buluşturup bu döngüyü kusursuz sürdürmenin sükunetiyle yekinip duruyor. Günlük ihtiyaçlarının peşine düşen hayvanlar da gün boyu hareket ederek kendilerini korumanın, kendini koruyarak evreni korumanın içgüdüsüyle deviniyor. Her biri kendi doğasının gerektirdiği işleri, kendi potansiyelini seferber ederek ve ötekilerin sınırlarını işgal etmeden gerçekleştiriyor. Kertenkeleler sürünüyor, arılar ve kuşlar uçuyor, balıklar yüzüyor. Kısacası evrenin her yapı taşı, o binayı ayakta tutmak için kendi işini, kendi payına, olması gerektiği kadar, olması gerektiği biçimde ifa ediyor.
Sonsuzluk deyince elbette bütün bunların arasında, bütün bunların içinde akla en fazla insan ve onun iradesi geliyor. O irade her sabah uykudan uyanarak hayata katılmayı, hayata katılarak sonsuzluğun parçası olmayı buyuruyor. Evet, bir oyun gerçekten hayat ve o oyunun oyuncularından biri olarak insan da kendi fıtratına, potansiyeline uygun işler yapmak için uykusunu bölüyor, gün boyu saatlerce çalışıyor, o büyük kurgunun işleyen dişlilerinden biri oluyor. Bazen tekrarlara bir yenisini ekleyerek bazen de onun dışına çıkıp farka vurgu yaparak kendi imzasını doğayla buluşturup orada, kendisini bekleyen hammadeye işlenmişlik ekliyor.
Bütün kutsal kitaplarda insanın bu dünyaya bir amaç için gönderildiği vurgusu var. Bu amacın ne olduğunun sınırları da üç aşağı beş yukarı çizilmiş: Yaratıcısının emirlerine itaat etmek ve kendisine verilen sonsuzluk imkanlarından istifade ederek varoluşunu gerçekleştirmek. Her biri kendi kapasitesi ve yeteneği nispetinde bu büyük oyuna heyecan katmak, bu büyük kurguya ayar vermek, bu büyük senaryonun parçası olmak için bir ömür didinip duruyor. Feridüttin Attar’ın Mantıkuttayr adlı eserindeki gibi her insan, sabah akşam, ince kanatlarıyla göğün altında uçup duruyor. Kimi rüzgara, kimi kuma, kimi dikene, kimi sıcağa, kimi soğuğa yenilene kadar yolculuğuna devam ediyor. Her şey olup bittiğinde geride hikayeler, birilerinin ötekilere aktardığı hikayeler kalıyor. Sonra onların yerini başka hikayeler, onların yerini diğerleri alıyor ve sonsuzca yinelenen bir devridaim kendini kayıt altına alıyor.
Bu dünyadan hiçbirimiz bedenen sağ çıkamayacağız, bu doğru. Ancak ruhun hafifliği ve yerçekimi karşısındaki kudreti sonlu gezegenden sonsuz gezegene geçişi kolaylaştırabilir. Ruh ne kadar hafifse sonsuzluğun dilinden o kadar iyi anlar. Ne kadar akışkansa sonsuzluğa o kadar hızlı akar. Ve ruhun hafifliği kendini fark ederek fazlalıklarını atmakla fark edilir. Fazlalıkları atmak, her yolcu için yola çıkmadan önceki başlangıç ilkesidir. O ilke insanın kendiyle dünya arasındaki ilişkiyi kendini tanıyarak başlamayı, potansiyelini fark ederek yürümeyi buyurur. Kendine faydalı ve zararlı olanları ayıklamak bunlardan sonra gelir. İstikamet belli olmadan yapılan yolculuk da yolculuk mesafesine uygun olmayan beden de acı verir. Sonsuzluk kusursuzlukla ilgilidir, kusursuzluğu talep eder. Kusursuzluk doğrudan görüşe dahildir ve doğrudan görüş ancak insanın kendini doğrudan görmesiyle mümkündür. Sokağa çıkmadan önce ruhunun aynasını parlatıp kendine bakmayanlar ve oraya çıktıklarında nereye gideceklerini bilmeyenler asla sonsuzluğun parçası olamazlar. Bütün güzel yürüyüşler sadece kendine lazım olanları yanına almakla gerçekleştirilir. Keder lazım değilse alma yanına, omuzlarına yüklediğin umutsuzluğu niye taşıyasın ki? Sonsuzluğa nasıl ulaşabilir ki insan kiyüzlülük, kıskançlık, hırs kıymıkları batarken omuzlarına? Gerekli gereksiz her şeyi kendine yük edenlerin yolculuğu daha başlamadan biter. Vardığında kullanamayacağın yükü niye omuzlarında taşıyorsun dostum? Hangi sonsuzluk ülkesi sonluluk yüküyle seni içeri alır ki?