Sonbaharın hüzünlü zamanlarında yitiklerimizi bulmaya doğru
Sararan yapraklar düşüyor, sonbahar rüzgârları yalnızlık
türkülerine belenmiş yüreklerimize akarken, ıslanan toprağa, nemlenmiş solgun
yeşilliklere son defa bakıyoruz.
Sonbahar gelmiş ve bir yaz daha bitmiş. Sonbahar gelmiş ve
bizler bir gümrah baharın sonuna gelmişiz, ellerimizde solgun çiçekler, ağaç
gölgeliklerinde öylece yalnızlığımıza yürümek istiyoruz.
Akşam ezanları artık erkenden okunuyor. Okul çıkışı
kalabalıklarına aniden yakalanıp, çocuk cıvıltılarının içinde buluyoruz
kendimizi.
Bir ayet gibi iniyor günlerimize sonbahar. Kitabı açıp
okumak, tekrar tekrar ruhumuza hüzünlü dirilişler taşıma telaşına düşüyoruz
oysa. Oysa bu hüzün yalnızlığımıza hiç yakışmıyor ve hep gizli gizli ağlıyoruz.
Yalancı bir tebessüm dudaklarımızda kaybettiklerimiz sonbaharın hüznüne, uçuşan
sararan yapraklarla beraber bir meçhule akıyor. Ve ellerimiz hep yanımıza
düşüyor.
Kaybettiklerimizi bulabilecek miyiz? Yitiklerimize
kavuşabilecek miyiz? Hani tenhalarda sığındığımız Hira ’mız. Hani bizi
insanlaştıran sancılarla, hakikate yürüme seferlerimiz.
Biz neyi ne zaman kaybettik? Yitirdiklerimiz hangi ağulu
dertlerimizle bize uzaktan göz kırpıyor. Kim yaktı bu yangınları evlerimizin
tam ortasına? Kim, kimler mahallemizi, şehrimizi tarumar ediyor ve bizler
elleri böğründe kilitli, gözleri uzaklara düğümlü, derin sızılar yüreklerimize
çöreklenmiş öylece bakar olduk.
Evlerimizin yangını yüreklerimize, oradan çocuklarımızın
masum çehrelerine, oradan da tüm insanlığa akarken oluyor her şey…
Neyi yitirdik? Hangi erdemler ve soylu paylaşımlar
durağından hızla kalktık ve süfli yalnızlıkların serencamına doğru sessizce yol
almaya başladık…
Oysa dünyaya gelirken “Elest bezmi”ndeki ahdimiz vardı bizim.
Bizim damarlarımıza yürüyen, bizi insanlaştıran “ahsan -i takvim” üzere
eyleyen kâmil bir yolculuğumuz vardı.
“Biz insanı en güzel
biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.”(Tin 4-5)
Yüce Rabbimin bir ihsanı olarak dünyaya gönderilmiş insan; mükerrer
ve muhterem olarak yaratılmışlar arasında “ihsan-ı takvim” olarak yerini alan yegâne
varlıktık oysa.
Yitiklerimizi bulma zamanlarındayız.
İnsanlığın da sonbaharı, ilkbaharı, yazı, kışı vardır. İhsan-ı takvim olarak yaratılmış olsak
da esfeli safiline doğru olan yanlış
yollara doğru akan arayışlardan dönüşümüz mutlaka olacaktır.
Yapraklar sararır, kurumuş dalları, geniş gövdeli
ağaçlarıyla solgun demlerinde, gri göklerin altında, esen rüzgârlarıyla
sonbaharı karşılar tabiat. Ama sonbaharın da ilkbaharı vardır. Yazı vardır kışı
vardır.
İnsanoğlunun da hayat yolculuğu böyledir ve mevsimler
halinde yaşadığı ömrüyle yürür bâki âleme. Bu yürüyüş erdemler
durağında, kutlu duaların gölgesinde, Allah’a yaslı bir yaşantının
demlerindeyse ne gam.
Yitirdiklerimize, süfli sancılarımıza, yüreklerimize
çöreklenmiş derin yaralarımıza ve bizi eşref-i
mahlûkat olmaktan alıkoyan nice güzel hasletler durağından ayaklarımızı
kaldıran ayartıcılarımıza bakma zamanlarındayız.
Bizler neyi yitirdik de böylesine kalakaldık, gözleri
uzaklara düğümlü, yüreğine ağıtlar dizili, ayaklarında yorgun sabahlar. Neydi
bizden yavaş yavaş eksilen? Solduran neydi günlerimizin berrak doğuşlarını.
Şimdi bu yitirdiklerimizi bulma zamanlarında içsel yolculuklara çıkalım.
İçimize, içimizin oyuklarına, yaralarımızı sarmaya, yitiklerimizi bulmaya doğru
bir iç sefer başlatalım. Orada bizi bekleyen arı duru dualarla örülü zamanların,
o kutlu zamanların sahibine derinden içli yalvarışlarla sonbaharın, dingin,
solgun zamanlarında derinden bir yakarışla düşelim yollara…
Hidayetin nura dönüştüğü, Rahmet ve şifa olduğu demlerde
seher vakitlerinde, şafaklarda, kızıl akşamlarda dualarımızla insan olmanın
erdemli yürüyüşünü başlatalım.
Yitirdiklerimiz öylece derinlerde bir yerlerde bu kutlu
yürüyüşü bekler durur. İnsan olmanın soylu paylaşımları vardır. Ahsan-i takvim üzere olmanın yücelten,
arı, duru zamanlarda yıkayan, onaran, sağlam ve muhkem hali ile hemen başlatmak
öze yürüyüşü...
Kaybettiğimiz neydi? Hikmetli sezişlerimiz, irfani
bakışlarımız, fıtri yaralarımızı neden sarmaz oldu. Kabuktan öze doğru neden
inemiyor ve hep batında kalıp zahirin o zenginliğine doğru inemiyoruz. Rabbim
ne diyordu:
“Hani Rabbin meleklere
demişti ki; Ben kupkuru bir çamurdan şekillenmiş kara balçıktan bir insan
yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun
için secdeye kapanın.” (Hicr 28 -29 )
Ruh ve çamurdan yaratılmış insan. Bu nasıl bir ruhtur.
Çamuru insanlaştıran ruh nasıl bir ruhtur? İnsanı yücelten, onu aşağıların en
aşağısından ahsan-i takvim üzere
kılan Allah (cc)’ın kendi ruhundan üflediği ruhtur. Meleklerin secde ettiği insan
böyle yüceltiliyor Rabbimiz tarafından.
Bu muhteşem bileşkeye dönmeli değil mi insan. Özüne, gerçek
kimliğine, Allah’ın onu yarattığı üzere ahsan-i
takvim üzere, güzel ahlak ve güzel yaratılış üzere olmalı değil mi… Biz bu
özü mü yitirdik? Biz ruhumuzu, bizi insan kılan o yegâne iç zenginliği,
Rabbimizin bize bahşettiği o güzel dokuyu, Rabbimizin o güzel dokunuşunu,
çamura üflenmiş olan ruh ’un gerçek kimliğini mi
kaybettik?
Yaşadığımız çağda yönünü şaşırmış modern zaman kaçkınları
gibi hangi yöne gideceğini şaşırmış halde dolanıyor muyuz?
Fıtratın öz sularından uzaklaşan insan hilkati reddeden
insan, beşeri ideolojilerin tuzağında bocalarken oluyor ne oluyorsa. Haz ve hız
duraklarında, kendi öz yurdundan çok uzaklarda, Habil’in o saf ve temiz dünyasından,
Kabil’in hırslı ve karanlık dünyasına doğru yürüyor. Maddi ve süfli değerlerin
oyuncağı, hevasını yücelten, hazzın ve rahatın kucağında, konformist bir
dünyanın oyuncağı olmuş, en müreffeh sularında yenik, bir garip yaralı
dolaşıyor farkında olmadan.
İnsanoğlu ifsat olmuş bir dünyanın eteklerine doğru hızla
akıyor ve iktidar aldatıyor, bilgi sapkın eyliyor, maddi zenginlik şaşkına
uğratıyor.
Kavramlar, değerler, yaşanması gereken insanı erdemler
durağına taşıyan o saf duruş bozuluyor, ifsat eden bir dönüşüm yaşıyor.
Seküler bir yaşantının damarlarına sızmasıyla, sanatsal tüm
faaliyetlerine, toplumsal sancılarına, ailevi bağlarına, ilahi olandan bağı
kopmuş bir yaşam suyu akıyor durmaksızın. Farkında olmadan dönüştürüyor sinsice…
Bu yaşam suyu savaşıyor ruhundaki asil duygularla, vakur duruşlarla, soylu paylaşımlarla
ve ahsan-i takvim üzere olan, onu en yüce yapan insani duruşlarla…
Yüreğinin ve zihninin işgalidir bu ama anlayamaz, gizli ve
sinsice yerleşir ruhsal dönüşüm. Bu dönüşüm, bürokraside, sanatsal yaşantıda,
ekonomi dünyasının sularında, var olduğu camiasında insanı; alkışlarla,
ödüllerle, yoğun soluksuz iş temposuyla, aldığı unvanlarla, şöhrete tırmanan o
merdivenlerin tam da başında yakalar. Yakalar ve bırakmaz, insan olmanın erdemli
ve onurlu duraklarından artık ayağını kaldırır ve meçhul bir yalnızlığa doğru
öylece sürüklenir.
“
Başarı kültürü insan ruhunda en iyi ve en soylu olanı kışkırtmıyor; tahayyül
veya estetik ve ruhani duyarlılığı beslemiyor. Nezaket, cömertlik, ihtimam ve
merhameti yüreklendirmiyor. İnsan ruhunda sevgiyi ve hayatı diri tutan ne varsa
ekonomik/teknokratik dünya görüşü onu yok ediyor. Daha fazla güç için başarı
fikrini elimizin tersiyle itmeliyiz. Eğitim, mihver değiştirebilirse, bize tabiatı ve çevreyi tahakküm altına
almaktan önce kendi nefislerimizi zapt etmeyi öğretebilir.” Diyor
Kemal Sayar, “Maarif meselesi” adlı yazısında…
Şimdi sararan yapraklar yavaş yavaş dökülüyor yollara, tenha
sokaklara. O yapraklar süpürülmeden, serin ve nemli sabahların eteğinde
yürüyüşler yapalım. Ayaklarımıza dolanan sonbahar yaprakları bizi hüzne ve
yalnızlığa sürüklerken bırakalım yitiklerimize, kayıplarımıza, yaralarımıza da
sürüklesin. Erken inen dingin akşamlarımız, uzun soluklu kış gecelerine yaslı
sohbetlerimiz, dost meclislerimiz, sıcak çayların buğusunda demlenen
dostluklarımız olsun.
Sadrımıza şifa ayetleri dokuyan sonbaharın hüznüne, baharın
coşkun dirilişi gelecek biliyoruz. Kuşlar sessizce göç eylerken, yağmurlar
aniden boşanırken, ıslanırken baştan aşağı ılık sonbahar yağmurlarıyla duaya
duralım.
Kayıplarımızı bulma zamanlarında olmanın şuuruyla o en yakın
olana şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimize yönelerek arınmak, durulmak,
temizlenmek ve vicdanın sesi olmak, yoksulun duası olmak, yolda kalmışın
dermanı olmak için düşelim yollara…
Şimdi sonbahar dostlar, şimdi yüreklerimizin oyuklarına,
tenhalıklarımıza, Rabbimizin bizi insan eyleyen sancılarına doğru sefere
çıkalım. Sessiz ve derinden bizi kuşatanlara karşı dualarımızın sırlı
aydınlıklarına doğru yürüyelim… Hemen şimdi sonbaharın hüznüyle düşelim
yollara…
Selvigül Kandoğmuş Şahin