Slogan işe yaramıyor
Savunmak, kendini korumaya dairdir ve saldırıya göre çok daha ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Savunan, saldırandan akıllı değilse saldırıyı püskürtme ihtimali yoktur. Çünkü amacı ne olursa olsun saldırı belli düzeydeki gücü yanına almayı, güç gösterisini, varlığını ötekine onatmayı ve ona diz çöktürmeyi imlerken savunmanın tek amacı vardır: Kendini korumak.
Mücadele iyi, savaş kötüdür. Savunmak iyi, saldırmak kötüdür. Mücadeleyi savaştan ayıran en önemli çizgi, mücadelenin varlığını pekiştirmeye, savaşın ise onu başkalarının yerine oturtmaya yönelik oluşudur. Mücadele de savaş da insanın olduğu her yerde vardır. Mücadele insanı insan yapar, savaş ise ya kahramanlıkla buluşturur veya sefalete götürür. Mücadele insanın kendine yönelik olanından başlar, hayatın bütününde mümkün mertebe ayakta kalmanın bir yöntemi olarak son nefese kadar devam eder. Savaş ise başka bir şeydir. O belli düzeyde bir hırsı, yoldan çıkmayı, ayartılmayı da beraberinde getirdiğinden lanetlidir. Savaşın laneti onu başlatanın boynuna mutlaka dolanmasıdır. Bu arada, kokunun sadece kendini ortaya çıkarana değil, çevresine de bulaşması gibi savaşın laneti de başlatandan muhatabına, oradan çevresindekilere de yayılır. Sebebi ne olursa olsun bütün savaşların yapmayı değil, yıkmayı amaçlamasından kaynaklanır bu lanet. Bir savaşı meşru gösteren tek gerekçe, olsa olsa iyiliğin kötülüğü ortadan kaldırma hamlesidir.
Zulmü savaştan ayıran çizgi ise saldıran tarafın bütün teçhizatına karşın saldırıya uğrayan tarafın donanımsız oluşudur. Saldıranı zalim, saldırıya uğrayanı mazlum gösteren de budur. İşin içine bir de saldıran tarafın kötülüğü, saldırıya uğrayan tarafın iyiliği eklenince mücadele, merhamet ile lanetin karşılaşmasına döner. Kötülük hiçbir zaman iyilik karşısında, lanet de hiçbir zaman merhamet karşısında kazanamaz. Belki kazanmış gibi görünür ama asla kazanamaz. Çünkü karanlığın ışık karşısında hiç şansı yoktur. Karanlığın hükmü, ışık oraya gelip yerleşene kadarki süreçtedir.
Kudüs ilk defa saldırıya uğramıyor. Filistinliler ilk defa zulüm görmüyor. Kötüler ilk defa saldırmıyor, iyiler ilk defa saldırıya uğramıyor. Zulüm ilk defa mazluma yönelmiş değil. Bu, lanetin merhamet ile karşılaştığı ilk savaş değil ve hep iyilik ve hep mazlum ve hep merhamet kazandı. Yine öyle olacak. İş bir yere, bir eşiğe, bir noktaya gelecek, Allah’ın rahmet dokunuşu iyileri sevindirecek, kötüleri kederlendirecek. Burada şüpheye yer yok, bundan asla kuşku duymuyoruz. Ancak mesele her neslin kendiyle olduğu kadar muhatapları, düşmanları ve kötülük ile girdiği mücadeleden nasıl bir sonuçla çıkacağıdır.
İki gün önceki görüntülerin beş yıl öncesinden, on yıl, yirmi yıl öncesinden bir farkı var mıdır? 1960’lardan başlayarak 1980’lerde de 1990’lar ve 2000’li yıllar boyunca da benzeri sahneler yaşanmadı mı? İsrail savaş uçakları hedef göstererek pazaryerini bombalayıp orayı mezbahaneye dönüştürmedi mi? İsrail askerleri, araya aldıkları Filistinli bir gencinin canlı ekranlar önünde sanki bir film sahnesindeymişçesine kolunu kanadını kırmadı mı? Kemik sesleri ekranlardan taşıp kulaklara, oradan yüreklere girmedi mi?
Hiçbir şey yeni değil. Hiçbir şey ilk defa başlamış değil. Bugün de dün olduğu gibi, ABD yine zulme sahip çıkacak, yine Batı ülkelerinden birkaç cılız kınama mesajı yükselecek, yine Türkiye’nin de içinde bulunduğu birkaç ülke meseleyi üst perdeden eleştirecek, tel’in edecek. Ama bir şey değişmeyecek. Biz bu sahneleri, seneye de ondan sonraki senelerde de göreceğiz. 2009 senesinde benzeri bir olayın ardından Davos’ta Cumhurbaşkanı’nın one minute çıkışının ardından, o olaya ithafen “Daha Gelmem Davos’a” adıyla bir kitap yayımlamıştım. Doğrusu, bütün bu zulümler boyunca yazılar kaleme aldım, tıpkı siyasilerimiz gibi konuştum, yazdım, çizdim, bir şey değişmedi, değişmiyor, değişmeyecek. Çünkü biz değişmedik, değişmiyoruz. Çünkü konuşuyoruz ama eyleme geçmiyoruz. Çünkü öylesine konforlu bir hayat yakaladık ki böylesi olaylar hayatımızın bütününü sarsıp kendine getirmiyor, daha da önemlisi, karşı taraf, konforumuzdan vazgeçeceğimize asla inanmıyor. Çünkü cümlelerimiz duygularımıza, duygularımız düşüncelerimize etki etmiyor. Çünkü inandırıcılığımızı yitirdik ve zulmün şiddeti buradan besleniyor.
Bu vahşet görüntülerinden sonra mesela biz bir gün önce yaptığımız hatalardan vazgeçecek miyiz? Mesela bir gün önce çalıştığımızdan birkaç saat fazla çalışabilecek miyiz? Mesela devletimiz büyükelçisini çağıracak mı? Mesela İsrail ile yaptığı anlaşmalardan vazgeçecek mi, en azından onları askıya alacak mı? Mesela bu olayı bir vesile sayıp birincil, ikincil, üçüncül eylem planları hazırlayacak, uygulamaya koymak için derhal harekete geçecek mi? Daha önce olmadı. Ne birey olarak bizler ne de devlet ricalimiz söylediklerini yerine getirmedi. Duruşunuz konuşmaktan ibaret kalır, söylediklerinizin gereğini yerine getirmezseniz inandırıcılığınızı yitirmekle kalmıyorsunuz, aynı zamanda karşı tarafı daha da cesaretlendiriyor, zulmü şiddetlendirmiş oluyorsunuz. Ateş benzinden korkar mı? Yerine getirilmeyen söz, ateşe benzin dökmektir. İyiler, mazlumlar, merhametliler sadece konuşur; kötüler, zalimler ve merhametsizler konuşmak yerine eyleme geçerse kaybedenin hangi taraf olacağını tarih bize defalarca gösterdi.
“Kahrolsun İsrail” denilerek İsrail kahrolmuyor. Çünkü slogan işe yaramıyor. Bu sebepten de İsrail, sözüm ona güçlü İslam devletlerinin bombalarından daha çok ölümü pahasına kendilerine taş atan Filistinli çocukların sapanlarından korkuyor. Bu yüzden, zulmü kınamak için birkaç saatliğine sokakları dolduran kalabalıklardan daha çok, bedelini hayatıyla ödemeye hazır Filistinli gençlerin yüreklerindeki imandan korkuyor. Bazen güçlü bir susuş, ağız dolusu boş sözlerden çok daha etkilidir. Sıkılı bir yumruğa kuvvet veren, ertelenmiş sözlerdir. Sözlerimizi erteleyip yumruklarımızı sıkmanın vakti gelmedi mi?