Siyasi bir hikaye
Evvel zaman içinde kalbur kalburüstünde, kaplumbağa Everest Dağı’na tırmanırken, enteresan bir baba, evlat, bacı ve kardeş hikâyesine bazıları şahit olmuş.
Şüphesiz ki; baba olmak büyük bir yüktür ve bir evlada sahip
olmak, dünyanın en büyük nimetlerinden biridir. Evlat ise, sıradağlar gibi
arkasında duran bir babaya sahip olduğundan evlat için de baba büyük bir
rahmettir. Tabii baba ile evlat arasında bağlar sadece bu satırlarla asla ifade
edilemez,
Ayrıca bacı kardeş olmak ta büyük bir ayrıcalıktır. Bacı
ister ki erkek kardeşi olsun, erkek kardeş de ister ki bacısı olsun. Bu
nimetler de hayatın güzellikleri ve elbette ayrılmaz parçalarıdır. Benim kısaca
arz ettiklerim gerçek olan baba- evlat ve bacı- kardeş içindir. Aşağıda
anlatacağım hikâye bahsimizden hariçtir.
Söylediklerine göre siyasetin muhalefet cephesinde, bir baba
ile bir evlat ve bir bacı ile bir kardeş varmış. Birisi kendi başkanına şöyle
diyormuş, ben onun evladı gibiyim. Başkan da şöyle diyormuş, bu var ya benim
evladım gibidir. Birçokları bir baba ile bir evladı şimdiye kadar hiç görmediği
bir şekilde siyasetin sahnesinde bulmuş. Sahnenin perdeleri yavaşça açılırken,
hiç beklenmedik garip hadiseler yaşanmış. Evlat babadan habersiz onun
memleketine gitmiş ve orada olduğunu babasına telefonla bildirmiş. Evlat
olduğunu ispat etmek istiyormuş.. Öyle ya, baba ocağını ziyaret etmek erdemli
bir hareket değil miymiş?
Baba da, evladının bu seyahatinden memnun olmuş ve ona karşı
olan sevgisi ve muhabbeti daha da artmış.
Bu baba ile evlat bir araya geldiklerinde başparmak ve
şehadet parmaklarını bir dürbün haline getirerek âlemi seyrediyorlarmış. Hatta
daha da ileri giderek atalarının zorla milletin başına geçirdiği ecnebilerin
serpuşunu (şapkasını) birlikte giydikten sonra da gülümseyerek sağa sola mutlu
bir şekilde poz vermeleri kendileri için adeta bir ayrıcalıkmış.
Ancak bu evladın, babanın elini öptüğünü ve ne de bu babanın
evladının gözlerinden öptüğüne şahit olan yokmuş. Günler su gibi akıp giderken
bir ara baba arkadan hançerlendiğini yana yakıla anlatmış. Anlayan anlamış. Meğerse
babanın oturduğu koltuğa evladı gizliden gizliye talip olmuş ve babayı devirmek
için babanın altındaki sandalyeyi çektikçe çekiyormuş.
Bir de bir bacı- kardeş varmış, birbirlerine öyle
sarılmışlar ki, bunların ayrılması imkânsız diye bir kanaat oluşmuş herkeste. Sen
Fatih’in İstanbul'u fethettiği gibi bir Fatih oldun demiş. Kardeşte bacının bu
ifadesi karşısında kendini İstanbul'un Fatihi diye sağa sola ilan etmiş.
Gün olmuş devran dönmüş, herkes kendi öz evine ve asli
hedefine çekilmiş, amma bu defa bacı ile kardeş arasında panolar ihtilafı
çıkmış ve çekilen kılıçların sesleri ortalığı adeta kasıp kavurmuş.
Hatta kardeş ile bacı daha da ileri gitmişler, birbirlerine
söylemedikleri kırıcı söz ve kem ifadeler nerede ise dudakları uçuklatmış. Elhasıl
o geçmişten hiç eser kalmamış ve ortalık toz duman olmuş. Çoğu zaman tatil
yapan, İngiliz ile beraber balıkçıda sohbete dalan ne o İstanbul'un Fatihi ve
ne de sarıldığı o bacıyla aralarında hiçbir bağ kalmamış.
Her şey tersine dönmüş ve ortalık allak bullak olmuş. Ne o
baba ve evlattan, ne de o bacı ve kardeşten birbirlerine olan sevgi ve saygıdan
hiçbir eser kalmamış.
Yalanlarla ittihat (birleşmek) yalandır demiş Said Nurs-i
hazretleri.
Bu hikâye çok uzundur, başınızı ağrıtmamak için kısa kestim,
sürçü kalem ettiysek affola.
Haydi kalın sağlıcakla.