Dolar (USD)
32.60
Euro (EUR)
34.77
Gram Altın
2496.66
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

15 Şubat 2019

Siyaset, mağara ve İslam

Platon’un ünlü mağara benzetmesini duymuşsunuzdur. İnsanlar sırtlarını mağaranın girişine, yüzlerini duvarına dönmüş şekilde bağlanmışlardır. Arkalarındaki güneş ışığı mağaranın önünden geçen canlıların gölgelerini duvara yansıtmaktadır. Gölgeleri gören insanlar bu gördüklerinin hakikat olduğu zehabındadırlar.

Ancak içlerinden birisi zincirlerinden kurtulur ve mağaranın dışına çıkar. Bir de bakar ki o güne kadar gördüğü ne varsa hakikat değilmiş, hakikat mağaranın dışında imiş. Kendisi ve arkadaşları o güne kadar hakikatten uzak yanlış bilgi sahibi olmuşlar.

Buradan hareketle konuyu siyasete getirmek istiyorum. Siyaset denilen şey sadece gündelik olaylara göre şekil alan, muktedirlerin rahatlıkla at oynatabilecekleri, birbiri ile itişip kakışacakları bir sosyal alan mı, yoksa görülen/pratik siyasetin mağara dışı bir hakikati var mıdır?

Değişik bir ifade ile siyasetin bir mağara içi, yani karanlık, aldatıcı, değişken, baştan çıkarıcı, güç oyunları tarafı olduğu gibi bir ideali yani mağara dışı cenahı yok mu? Yahut mevcut siyasetin, olanın karşısında, olması gerekenin savunuculuğunu yapmanın hiçbir imkânı yok mu?

Şayet siyasetin mağara dışı yoksa o zaman bu beşeri eylemin arkasında kalıcı olan ve değişmeyen hiçbir hakikati yok demektir. Bu aynı zamanda siyaset felsefesinin de beyhude bir uğraş olduğu anlamına gelecektir. En azından zevahiri kurtarmak adına Hegel’ den mülhem “ akli olanın gerçek, gerçek olanın akli olduğu” tesellisi ile yetinilmek zorunda kalınacaktır.

Hâlbuki siyasetin bir mağara dışı, yani ideali ve olması gereken ilkeleri vardır. Olgu ve değer bakımından farkın altını çizen düşünürler vardır. Yani siyaset denilen faaliyetin bir amaca yönelik olmasının gereğinin ısrarla altını çizenler vardır. Siyasetin sadece nedenselliklerle yürütülemeyeceğini hatırlatanlar vardır.

Mesela Aristoteles siyasetin amacının “iyi” olduğunu söyler. İyi bir hayatın ancak erdeme dayanan bir siyaset ile mümkün olduğunu belirtir. Kısacası siyasetin arkasında sabit, değişmeyen tarihsel olmayan kriterler olduğunu belirtir.

Bu meyanda Hannah Arendt klasik felsefenin Platon ve Aristoteles’in öğretileri ile başladığını ve Marks ile sona erdiğini söyler. Zira Marks hakikatin insanların dünyalarının dışında değil, aksine içinde bulunduğunu savunur. Yani hakikatin adresi olarak mağaranın dışına değil, içine işaret eder.

Kemalist kesimin laiklik ilkesini halka benimsetebilmek amacı ile ürettikleri “ din yüce ve tertemiz bir duygudur, siyaset ise değişken olup günlük hayatın meşgaleleri ile maluldür. Bu nedenle siyaset işlerini din işleri ile karıştırmamak gerekir” şeklindeki argümanları siyasetin doğasına bir bühtan olduğu gibi, İslam toplumlarının oluşumuna ve dinin öğretisine de aykırıdır.

Bu söz ile “siyaset” sadece mağaranın karanlığına hapsedilmekte ve “gölge” varlıklarla özdeşleştirilmektedir. Oysa siyasetin tarihin değişmesi ile değişmeyecek olan amaçları vardır ve olmalıdır.

Bu konuda İslam olan dinler (vahye dayanan ve Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gönderilen bütün dinler) tarih boyunca siyaset için iki büyük ilke ortaya koymuşlardır: Tevhit ve Adalet.

Keza yine peygamberlerin ümmetleri, hepsi de birer siyasi toplumlardır.

Bu husus en bariz bir şekilde Hz. Muhammet’in vermiş olduğu risalet mücadelesinde bariz bir şekilde görülmektedir. O’nun tebliği neticesi oluşan yeni toplum varlık ve bilgi hakkında değişen tasavvurları oranında “siyasal” topluma dönüşmüştür

İslam kelamcıları, fıkıhçıları ve felsefecileri her daim siyasetin mağara dışına işaret etmişlerdir. İktidarın otorite olamayacağını, otoritenin gelenekten gelen, zorlamaya değil iknaya dayanan mahiyetine işaret etmişlerdir.

Hiçbir iktidar haddini aşmak yoluyla otoriteye karşı gelemez yahut kendisini otorite olarak ilan edemez.

Peki, aksi olmamış mıdır? Hem de pek çok kez. Kimi iktidar sahipleri otorite olma hevesine kapılıp insanlar üzerinde rab ve ilahlık taslamak suretiyle onları kendilerine kul etme yolunu seçmişler, bu uğurda cebir dahi kullanmaktan imtina etmemişlerdir.

Lakin onların karşısına hep Ebu Hanife gibi fıkıhçılar çıkıp bedel ödemişlerdir. Yani “hukuk” onların en büyük engeli olmuştur. Sırf siyaset mağaranın karanlıklarına sıkışıp kalmasın diye.

Bu nedenle Kemalistlerin argümanları yanlıştır. Ne siyaset özü itibariyle kötüdür ve ne de İslam siyasete yüksek idealler sunmak açısından kusur sahibidir.

Üstelik günümüz siyaseti yüksek değerlere o kadar muhtaçtır ki…