''Siyasal'' devleti önceler mi? (1)
Alman siyaset bilimci Carl Schmitt’e göre sorunun cevabı “evet” şeklindedir. Zira o “Siyasal Kavramı ” isimli kitabına şu cümle ile başlar. “Siyasal kavramı devlet kavramından önce gelir”
Peşinen hatırlatalım; burada “siyasal”dan kasıt, ülkenin iç idaresi ile ilgili hususlar değildir. Schmitt bu kavramın altında varoluşsal bir oluşuma işaret etmektedir. Aykut Çelebi bunu “nomos” sözcüğü ile niteler ve ekler: “Nomos eski Yunanca ’da nomoi’den geliyor. Üç temel anlamı var. Bir, temellük etmek, iki dağıtmak, üç yazılı olan ve olmayan kurallarla beraber düşündüğümüz bir yaşama tarzı.”
Hıra Mağarası’nda gelen ilk vahiy üzerine Peygamberin yaşadığı tecrübeyi Varaka b. Nevfel “Musa’ya gelen Nâmûs-i ekber sana da gelmiş” diyerek Efendimizi ve yanında gelen Hatice validemizi teskin eder.
Nâmûs sözcüğü, nomosun Arapçada ki karşılığı. Yasa, şeriat anlamına geliyor. Fuat Aydın kelimenin Türkçede, kişinin manevi şahsiyetinin, aile şerefinin saygınlığı ve dokunulmazlığı, iffet ve haya duygusu, doğruluk ve dürüstlük gibi anlamlarda kullanılmasının nedenini bu kök anlamı ile ilişkilendirir.
Dönelim tekrar Carl Schmitt’e. Düşünür bence “siyasal kavramı devlet kavramını önceler” derken çok önemli bir hususa işaret etmiştir. Yani siyasal= devlet şeklinde bir formülü reddetmektedir. Buradan çıkan mantıki sonuç ise şudur: Devletin dışında kalan ancak toplumsal olan şeyler asla “siyasal” dışında kalıyor olarak nitelendirilemez.
Bir diğer husus ise ulus-devletlerin kuruluşundaki tersine işleyiş ile ilgili. Elit bir azınlık devleti kurar, devlet eliyle ulusu yaratır ve çıkardığı yasaları uygular. Burada “devlet” siyasalı önceler vaziyettedir. Devlet ve beşeri otorite toplumsal yapılanmanın tam merkezindedir. Ne adına? Burjuva sınıfı adına!
Schmitt “siyasal” kavramı ile siyaseti ne tanımlamakta ne de kapsamı ve içeriği hakkında bir ima da bulunmaktadır. Devletin öncesinde bir toplumun kendisini inşa etmesini, varoluş iradesini ve karar alma inisiyatifini ifadeye çalışmaktadır. En azından benim Schmitt’ten anladığım budur. Varoluşunu gerçekleştiren, diğer bir ifade ile “siyasal” bir iradeye sahip olan toplum bu aşamadan sonra ancak diğer toplumsal alanları inşaya yönelir. Ekonomik, kültürel, sanatsal, ahlaki alanlar bu siyasal kararlılık ile şekillenir.
Yine uygulanacak sosyal ve siyasi sistemler de bu siyasal paradigmanın altında şekillenir. Sistemler tarihseldir, değişir. Monarşi olan bir devlet düzeni bugün demokratik olabilir. İleride alacağı şekil meçhuldür. Lakin bir toplumu, o toplum yapan varoluşsal özellikleri kaybolmaz. Bu nedenle aslında “devlet” amaç değil, siyasal bir toplumun aracıdır.
İş bu nedenledir ki “siyasal” siyaset kavramını da önceler.
Keza yine siyasalın kendine dair bir alanı yoktur, diğer bütün alanlar(ekonomi, din, kültür, iç politika, dış politika, sosyal ve siyasi düzen) siyasalın etkinlik kapsamındadır.
Bunlardan çıkan diğer bir sonuç da şudur: Dünya üzerinde tek bir “siyasal” yoktur. Eğer böyle olsaydı o toplum siyasal toplum olma özelliğini yitirmiş olurdu. Bir siyasal toplum ancak bir başka siyasal toplumun mevcut olması şartı ile varlık kazanabilir. Kendisini tanımlar. Dünya üzerinde bir “siyasal” kesin hâkimiyet sağlasa bile bu muhalif “siyasal”ın yok olduğu anlamına gelmez. Bu bakımdan Fukuyama’nın Batı adına ilan ettiği “Tarihin sonu” tezi hem çok gülünç hem de bir o kadar hakikat dışıdır.
Yeri gelmişken belirtelim ki Batılı toplumların nomosu/namusu ile Müslüman toplumların nomosu/namusu farklı siyasal paradigmalara dayanmaktadır.
Aykut Çelebi, Carl Schmitt’in Avrupa nomosunu, Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlık ve Latincenin birliği olarak çerçevelediğine işaret eder.
Devam etmeye çalışacağız, inşallah.