Sitemkâr
Yakın zaman önce İz yayıncılıktan çıkan Dostluk Üzerine/Fethi Gemuhluoğlu Kitabı’ndan merhumun 22 Kasım 1975 tarihinde “Dostluk” üzerine yaptığı konuşmayı okudum. İrticalen söylenmiş o ifadelerde insana nice sanatsal sözün veremediği muazzam bir tesir var. Pek çok edebî metnin, şiirin, şiirsel denemenin bu kadar yoğun bir tabiatla husule getiremediği tesirin sırrını kavrayabilmek adına, bir gönlün inceliğinden sağaltılan metni tekrar tekrar okudum. En nihayetinde orada, başını ufka çevirmiş bir samimiyet buldum.
Samimiyetin insandan kaçışını ve bir yalnızlığa
yaslanışını temaşa ettikçe samimiyet arayışım artıyor. Sonra onu en çok
romanlarda, şarkılarda, masallarda buluşumun sebebini soruyorum içime.
“Yazarken samimi insan” diyorum; kendinde, kendiyle… Belki de bu sebeple yoluna
odaklananları, dışardaki savaşlardan içindeki kavgaları mesul tutanları, çareyi
kendisiyle Rabbi arasındaki rabıtada bulanları seviyorum. Aradığım samimiyeti
büyük oranda “nadiratta kalan” azınlığın dışarıya kapattıkları ruh ikliminde
yakalıyorum. Kapansa da o, kapının altından sızan bir ışık huzmesi gibi
dokunuyor yüzüme. Hissediyorum.
Hayatı bir konumlandırma ve rekabet üzerinden okumaya
başladıktan sonra çok şey kaybettik. Kendimiz dışında herkes ve her şey olmaya
çalıştığımızda ama kendimiz dışında her şeye benzediğimizi hiç
anlayamadığımızda… Taklidi tasdik edince bozuldu büyüsü kâinatın oysa hakikatin
bile yoktu ona ihtiyacı. Coşkuyla Ölmek adlı kitabında Şule
Gürbüz “gerçeğin tasdike ihtiyacı var
mıdır? Hayır. Tasdikin gerçeğe ihtiyacı vardır. Yalandan ve olmayandan
korunmaya ihtiyacı vardır. Ama ihtiyaç, dünyanın acıklı sözü, ihtiyaç ki, varsa
karşılığı yoktur (s. 61) demişti.
Şimdi herkes birbirinin yaptığını yapmak zorunda; bir yarayı birbiri
gibi okumak ve ona bir diğeri gibi dokunmak zorunda. Sanırım
samimiyetin tükendiği yer de kendine karşı başkalaşımında kalbin.
Son nefesime dek “hayır” diyeceğim. Herkes birbirinin
yaptığını yapmak zorunda değil. Mevcudiyetini bir diğeri gibi ağlayıp gülerek
ortaya koymak zorunda değil. Herkes birbiri gibi söylemek, anlatmak, yazmak,
susmak zorunda değil. Herkes bir diğerinin bulunduğu platformlarda bulunmak
zorunda değil. Bir diğerini “o” merhaleye taşıyan kudret, bulunduğu zeminden
aldığı güç de değil. Zaten bu da bir kültürün, alt yapının, başarının
göstergesi değil. Boşuna söylememiş Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.: “Harabat
ehlini hor görme zakir/ Defineye mâlik viraneler var.” Hayatta iseniz
ve insanların dikkat kesileceği bir meseleyi size verilen emanetle en üst
seviyeden sunma gayretine sahipseniz bir diğerinin bulunduğu yerde bulunmasanız
da olur. Zaten hikmet, ne öbürünün girdiği mekânda, ne de eş, dost, tanıdıklık
üzerinden kurnazlıkla gerçekleştirilen bir sızma eyleminde. Bunun idrakinde
olanlar aynı şeyleri yapma, aynı söylemler üzerinden gitme, aynı zamanlarda
aynı zeminlerde bulunma gibi bir çaba içerisinde olmuyorlar. Odaklandıkları yol,
tırmanacakları basamakları onlara gösteriyor çünkü… Hadisenin “orada” değil;
çalışma disiplininde, okuma çeşitliliğinde, metotta olduğunu biliyorlar.
Üstelik bir farklılık diğerinin yaptığını yapmakla değil, yaptığını yapmamakla
koyuyor kendini ortaya.
Çoğaltmaya değil, ayıklanmaya ihtiyacımız var.
Şule Gürbüz Kambur adlı eserinde yaşamdaki en büyük başarının seçip
ayıklamak ve pek az şey bırakmak; önemli olanın ve başarı sayılabilecek olanın
da sevip yaptıklarımız değil, belli bir bilinçle kaldırıp attıklarımız, bizi
meşgul etmesine izin vermediklerimiz olduğunu söyler (s. 82). İnsana bıkkınlık
veren bir ısrarın eteğinden çekiştirenler, yaklaşmak istediklerini de uzaklaştırır
kendilerinden. Beklendiğinde gelmesi uzayan bir sabah gibi…
Selam ile.