Sistem sorunsalı
“Toplanın, sizi öldüreceğim!” Yahut sorunun farklı şeklini soralım; “Size demokrasi getireceğim!” Birbirine ne kadar zıt iki soru gibi görünüyor. Teoride doğru, fakat eylemde yanlış bir cevap olurdu, bu zıtlık. Sanırım dünyanın içine düşürüldüğü handikaplardan birisi ile karşı karşıyayız. Bizim yaşamımız için mücadele ettiğini söyleyenler, aslında bizi öldürerek yaşamlarını idame ettiriyor. İnsanı tehdit olarak görüp, insanlık için insanı idam ediyor.
Evvela, kendi
kurdukları bataklığa bizi düşürüp, sonra da oradan kurtaracaklarını iddia
ediyorlar, biz de bunu yiyoruz ve onları ellerimiz patlayana kadar
alkışlıyoruz.
Asıl maksatlarını
açık yüreklilikle söylemiş olsalardı ve “Size,
ölüm ve zulüm getireceğiz!” deselerdi, hiçbirimiz inanmazdık, bunu çok iyi
biliyorlar ve aklımızla dalga geçerek, bizim için yaşadıklarını iddia ediyorlar.
Bunu da süslü ve içi boşaltılmış kavramlarla yapıyorlar ve aklımızı bulandırıyorlar.
Bize de onlara tav olmak, aslında av olmak kalıyor. Bir de takım elbiseli ve
şık giyimli olunca, ikna kabiliyetleri daha yüksek oluyor. Ben, onların
bütününün adına “sistem” diyorum.
Dünyayı avucunun içine almış ve istediği gibi yönetiyor. Bir avuç kadar olan
dünya, sığıyor şimdi sistemin avucuna…
Bazen,
özgüvenimize sığınıp, kalan tüm gücümüzü toplayarak şikâyet hakkımızı kullanmak
istediğimizde şikâyet etmenin en doğal hakkımız olduğunu vurgulayarak
tepkilerimizi geçiştirmeyi başarıyor. Sisteme, sitemlerimizi ilettiğimiz zaman
ziyadesiyle memnun oluyor, akan gözyaşlarımız ile kahkahasını süslüyor, dökülen
kanlarımıza kadeh tokuşturuyor ve biz öldükçe o, daha çok var oluyor.
Teknoloji, sistemin
en etkili silahı olarak namlusunu bize doğrultmuş halde karşımızda duruyor. Teknolojinin
varlığı, yaşamın doğallığını o kadar yerle yeksan etti ki, adına yapay zekâ
dediği kurgular neticesinde kalp açmazından sıyrılıp, zekâ abidesi anıtlar
önünde kendimizi secde ederken bulduk. Sonra da bir ebeveyn olarak çocuklarımız
için “Zeki, ama çalışmıyor!” dediğimiz
sözünü aslında kendimiz için söylediğimizin farkına dahi varamaz olduk. “Zekiyim ve düşünmeye ihtiyacım yok!
Birileri nasılsa benim için düşünüyor.”
Gerekliliklerin
zorunluluğunu yitirdiğimizden beri zekilik bir yana, delisi olduk dünyanın. “Üç kuruş etmez!” dediğimiz dünya için,
bir ömrün çalışıp, yorgunluğumuzdan şikâyet ederken, sistemin demokratik
köleleri olduğumuzu görmezden gelerek seçme ve seçilme özgürlüğümüz olduğunu
budala halimize kabullendirdik. Sistem ise sözüm ona insanlık için, insanı kurban
etmeyi zorunlu hale getirdi ve ayinlerinde her gün bir parçamızı koparıyor.
Demokratik haklarımızın gaspını Byung-Chul
Han, Enfokrasi (Dijitalleşme ve
Demokrasinin Krizi) kitabında daha detaylı ele alıyor. Okumanızı tavsiye
ederim.
Eskiden Tanrı’dan
rol çalma derdinde olan sistem, şimdi artık kendini Tanrı yerine koymaya
başladı. Yarın da tüm dünyayı Tanrısızlaştırarak Tanrılığını ilan edecek. Biz
ise hala birbirimizi sistem ayinlerinde kurban etmeye devam ediyoruz.
İlkeyi, ahlakı,
adaleti ve değerli olanı yük olarak gören sistem, fazlalıklarını atarak
yüksekliğini koruma gayretinde iken, irtifa kaybettiği zaman öleceğimize bizi
inandırarak, onun yüksekte kalması için bize fazlalık olarak gösterilen değerlerden
kendimizi kurtarma yarışına girdik.
Roger Garaudy, Entegrizm
kitabında bu durumumuzu ziyadesiyle özetliyor. Kültürel değişim, eskiye sünger
çekip, adına yenilik yahut modernizm denilen gelişme maskesi altındaki yozlaşma
ile bizi özümüzden kopardı ve sistemin yeni yasalarına kucak açmaya başladık. Sonuç
olarak da toplumsal dejenere ile çeşitli sapkın görüş ve eylemlerin odak
noktası haline gelmeye başladık. Daha önce bu milletin kodlarında olmayan
sapkın fikirler şimdi bütün hücrelerimize yayıldı.
Hakikati savunmaya
başlamakla, başladık kaybetmeye… Hakikatin savunmaya ve ispata ihtiyacı
olmadığını unutuşumuz, savunma psikolojileri arasında depresyonel bir hal aldı.
Sistem de bütün operasyonlarına psikolojimizi bozarak başladı.
Önce vicdan
köreltildi. Sonrası ise çorap söküğü gibi geldi. Sızlayan bir varlığın
yokluğunu kimse hissetmedi. Samimiyetten uzaklaşınca inandıklarımız yerine
uydurduklarımızı insanlara yutturmaya çalıştık. İnsan için yaşamak erdemini
yitirince insana rağmen yaşamak boy gösterdi hayatımızda.
Sonra da bu aciz
halimize fetvalar aramaya yoluna koyulduk. Fetva arayan, kalbine baksın. Kalbin
onaylamadığını, yaşam da kabul etmez. Ancak kalbimizden o kadar uzağa düştük
ki, ona sormak için, evvela onu bulmamız gerekiyor. Kalbimiz kayıp bir halde
yaşıyoruz.
Biz, birbirimizle
muhabbeti kestiğimizden beri, muhabbet tellalı maskesiyle sokakları
dolduranların felaket zebanileri olduklarını fark edemiyoruz. Sonra da Birleşmiş
Milletler Maskesi altında ülkeleri bölen sistemden medet ummak en hafif tabirle
aymazlığımız oluyor. Daha ne kadar körleşebiliriz? Hepimizi uyandırmaya tek bir
uyanık yeter mi?
Nihayetinde uyanmak,
hakikate ve Elçiye uymak için “Şehrin
öbür ucundan koşarak gelen bir adam” bekliyoruz. Vesselam.