Sınırlamak Korunmaktır; Boykota ve Farkındalığa Çağrı
Cemiyet Hâlik olduğu gibi, Hâlik de cemiyettir. Durkheim
Toplum; felsefesi, duygusu, bakış açısı, kelime dizilimi farklı fertlerden oluşur. Farklılıkların zenginliğimiz olduğunu söyleyen idrak haklıdır zira bu çeşitlilik, rengârenkliği; bambaşka desen ve motifleri bir bedende toplayarak ince işçilikle konuşturulmuş el emeği göz nuru bir kilim deseni gibi temaşası muazzam bir tablo çıkarır ortaya. Burada, birbirini saygıyla karşılayan hiçbir renk ahengi bozmaz. Diğerinin manevra alanına ve sınırlarına kaş çatmadan bakabilen her desen bahtiyardır. Kendinden fazla yer tutanın ana motifi oluşturduğunu bilen her detay huzurlu…
Ancak mukaddes bir tarihi omuzlarında taşıyan, gücünü birlik ve beraberliğinden alan bir milletin zaman zaman aynı renk ve cisim istikametinde buluşup sade, motifsiz, tek renge hasredilen bir halı dokuma zarureti de vardır. Bilhassa dünyanın dumura uğradığı, çağın dâhi yüzünün kızardığı büyük meselelerde millet olmak, insanlığın safında durmaktır. Burada renkler hükmünü yitirir, desen oluşturmanın manası kalmaz. Kendi yetersizliğimizle yüzleştiğimiz zamanların tek arzusu merhametin, adaletin, hakkın, hakikatin sözcülüğünü yapacak, bir acı etrafında toplanacak ve aynı amaca hizmet edecek bir topluluk görebilmektir. Dolayısıyla toplum nezdinde bazı hususlar tartışmaya kapalıdır.
Ömrümüzün son bir yılı Filistin’de yapılan soykırımın şahidi olmakla geçti. Bu acının ağırlığı mutfaklarımızda yemek pişirirken, gülerken, ağlarken, ağlayamazken, konforlu evlerimizde hikâyemizi yazmaya devam ederken, karanlıkta el yordamıyla uykunun kucağını ararken hep bizimleydi. Bazen baskın bir tonda, bazen belli belirsiz incecik bir sızıyla ama varlığını daima hissettirecek şekilde… Belki çoklarımız bilemedi; önemli olanın hadiseler karşısında ani bir infilak yaşayıp sonrasında susmak olmadığını… Çoklarımız buradan, kesintisiz bir tepkinin hayatlarımızın merkezinde olması gerektiğini öğrenerek çıkamadı. Bunun en büyük nedenlerinden biri de sıklıkla yapılan ve artık normalleştirilen, dolayısıyla içselleştirilemeyen görsellerin, günün motifleri olarak okunacak bir hâle gelmesiydi. Zira insan, en çok alışmaya yatkındı ve her an sayısal verilere sığdırılamayacak kadar çok insanın parçalara ayrılmasına da alıştı! Bütün bunlara rağmen Filistin artık gözlerimizin dünya ile buluştuğu her lahzada olduğu için, nereye baksak orada bulunduğu için onu, hayatımızın dışında bırakma gibi bir ihtimalimiz de kalmadı. İnsan olabilen, ruhunda “önce insan olmak” bilincini dolaştırabilen herkes için o, oradaydı… Filistin’de kundaktaki bebekten çocuğunun ölümüne tanıklık eden anneye dek yaşanan dram, farklı yorumlara, toplum içindeki görüş ayrılıklarına izin vermeyen bir içerik taşır. İzin vermez çünkü acının fakat’ı, ırkı, cinsiyeti, rengi yoktur. Yaşananların başka topraklar üzerinde gerçekleşmesi “insan” üzerindeki sorumluluğu kaldırmaz. Tam da bu dönemeçte karşımıza Son Nebi’nin “kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir” ikazı çıkar.
İşte bu nokta beklenti çıtasını büyüklerden (!) kendimize yöneltmemize imkân veren önemli bir kavşaktır. Artık “Neden yapmıyorlar?” sorusunda oyalanmayı bırakıp “ben ne yapabilirim?”in cevabını aramaya girdiğimiz huduttur. Burayı içselleştirebilmek; beklentiyi sıfırlamaktır, sözü aşmak ve eyleme geçmektir. Üstelik senden olanı da ikna etmek, işte o tek renkli büyük halıyı işleyebilmek için çoğalmayı, çoğaltmayı hedeflemektir... Zira kendi içine eğilen öğreniyor ki insan da küçük bir millet. Ve yine deneyimleyenler olarak gördük ki kanı, vahşeti, gözyaşını destekleyen ürünler yahut terörün desteklediği pazar hayatımızın olmazsa olmazları değiller. Onlarsız da bir yürüyüş pek ala mümkün. Eksiltmeye endeksli bu yaşam biçiminde kendimizi eksik hissettiğimiz alanlar çıkacaktır elbet. Oraya çalışabildiğimizde doğumun sancıdan sonra geldiğini, güneşin geceden sonra doğduğunu, en zor geçitlerin yeni arayışlar ve çözümler doğurduğunu, herkesin istidadına göre üretmesi gerektiğini yeniden hatırlarız.
Genellikle bizi yıpratan, zarara sokan, hüzünlendiren, mahcup ve mahzun eden bir takım şeylerle aramıza sınır koymanın azaltmakla anlamlandırılan bir yönü vardır. Belki de bu sebeple bizim de onlardan süratle ayrılmak yerine kavga etmek, oyalanmak gibi bir işgüzarlığımız… Ancak hakikatte azaltmak, azalmak değil korunmaktır. Korunmak ise özümüze odaklanmak, dolayısıyla kendimizi varlığımızda çoğaltmaktır. Gelin, azalta azalta çoğalalım. Merhem olamıyorsak da zehrin yanında durmayalım. Asırlar öncesinden ufkumuza düşen Yunus Emre sesini yeniden hatırlayalım;
“Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı”
Selam ile