Sinema; dertle deva arasında
Sanatın sayıca en fazla dalını bünyesinde tutan sinemanın bir aşure güzelliğinde olduğuna inanırım. Hangi sanatı bulursan içine koyabilirsin. En başta yedi sanat dalının çınarı gibi bir şey sinema. Çok sanat. Yedi/sonsuz sanat gibi…
Sanat şenliği
gibi bir şey. Ya da bir ejderha…
Lisedeyken
silindir şeklinde siyah beyaz bir çantam vardı. O zaman için çok havalı bir
şeydi. Tek gözlü. İçine bütün ihtiyacı, hatta zaaflarınızı, takıntılarınızı
bile doldurabilirdiniz. Beyaz kısmına kocaman o sözü yazdırmıştım. Onun gibi…
Sinema
da, hatırladığım kadarıyla -en başında İkinci Mahmut’un ecza dolabı üstüne
yazdırılan- o meşhur sözü, bercesteyi andırıyor. “Ne ararsan bulunur derde
devadan gayrı” sözünü…
Koca
Ragıp Paşa ile Muallim Naci’ye atfedilen sözün aslı şu şekilde:
“Turfe dükkân-ı hikemdir bu kühen tak-ı felek/
Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı”
“Bu
eski dünya, yeni bir hikmetler dükkânıdır. Ne ararsan bulunur.”
Sinema
en son, en yeni dünya. Sinemada da “Ne ararsan bulunur”. Derde deva olup
olmayacağı bilinmez. Dert üretim sanatı da olabilir üretenin kasdı ve emeği
yönünde. Fakat onca sanatı bir ahenkle içine alarak yepyeni bir sanat ortaya
koyuyor. Resim, müzik, heykel, edebiyat, mimari… Yedi sanatın içinden geçerek
ve bambaşka bir içerik ve yüzde var oluyor.
Yine de
insanın üzerinde durduğu branşı, iş veya sanat fark etmez, özel alanını
abartması ve vazgeçilmez ilan etmesi hatasına düşmemeli. Dışarıdan, karşıdan
kendi alanına, sanatına bakmayı unutmaması daha tercih edilesi. Çünkü bu;
alanını sorgulaması ve bütün, genel içindeki özel fonksiyonunu yerine getirip
getirmediğini görmesi bakımından daha iyi bir duruş. Öyle ya; herhangi bir parçanın
içindeyken onu büsbütün görürüz. Dünyayı o kafesten ibaret sayarız. Tam tersi,
bütünden parçaya baktığımızda kafesi kafeslemiş oluruz. Küçülür. Kuşatırız. Daha
iyi tamamlarız.
Sinemanın
eklektik ve “çok sanatlı” olması etkileyici ve onu dışarıdan bakılmaz bir
büyüklüğe taşıyor. Üretenlerin dışında hemen herkesin, kitlelerin ona -dışarıdan
baktığı halde- vazgeçilemez, eleştirilemez bir noktaya taşıyor olması ne ilginç
bir kesişme. Çünkü o, dışarıdan onu seyredeni doğrudan içine alıyor. İçinde
taşıdığı sanat katmanlarından elde ettiği etkileyiciliği ile izleyicisini
kuşatıyor. Bilinçsiz tüketicisini hemen, oracıkta kuşatıyor ve tüketebiliyor.
Bilinçli “tüketicisini” ise üretebilme yeteneği var. Bilinçle buluştuğunda bir
başka bilinci oluşturma gücü var. Çünkü gerçek sanatların ustaca bir araya
getirilmesinden oluşmuş bir başka sanat gücü ve ötesine bir gönderme var
sinemada. Sinema ekranının ucu açık… Elbette üretilmiş onca sanatın elele, katlanarak,
kanatlanarak gelmesi ve kıymetli bir hayat algısını, güpgüzel bir bakış açısını
üretmiş olması umut edilir. Seyircinin bakış açılarını zenginleştirmiş,
pencerelerinin pervazını dünyaya, hatta ötelere açmış olması gerekir.
Sinemanın
hem sanat üstü, üst-sanat oluşu, hem de
kitlelere hitap ediyor oluşu yaman bir çelişki ve aynı zamanda zenginlik
imkanı. Diğer sanat başlıkları her insanı, yeter sayıda kafayı kafala-ya-maz.
Her gönlü etkilemez. Özel ilgilisi dışında olanı gönüllüce, saygıyla dışarıda
bırakır. Fakat sinema kitlelere hitap iddiasındadır. Dışarda kalmak isteyeni de
baskılayan bir etki potansiyeli vardır. Ve evet, kat kat sanattır. Her sinema
için bu cümleyi kuramayız cümlesi lüzumsuz. Fakat kitleleri hiç hesap etmeden
iddiasının peşinden giden bir sinema bile sonradan kendisinden yüz çevirecek
olan pek çok başı, kısa süreliğine de olsa kendisine döndürebilir. Kitle, gişe
sinemasına göre ise insan zaten yalnızca bir rakamdır. “Sayılması” gereken bir
sayı…
Sinema
istekli, isteksiz, ihtiyari veya gayri ihtiyari kitlelerin karartılmış da olsa
illa dönüp baktığı ve olsun varsın bakakalacağı “göğüdür.” Varlığın içinde
özellikle gökyüzünün ve yaşamları/sinemaları, kaderleri/kurguları,
olayları/fenomenleri ile hayatın seyrini ekranlar alalı epey oldu. Bütün bir
varlığın, hayatın kervanını sinemanın içinden geçiriyoruz. Dolayısıyla uzun
zamandır gök veya yeryüzünü seyrettiğimiz hususi penceremiz; ekranlarımız ve en
çok ta sinema…
Sinema
en başında da bu kadar insanın ve hayatın sorumluluğunu alacağını biliyor
muydu? Sinema bu kadar ağır yükü kaldırabiliyor mu? Ondan önce kaldırmaya talip
mi? Bir sanattan, bin sanatı da içine alan bir sanattan mı bahsediyoruz, yoksa
ticari bir üretim sürecinden ve hesaplanabilen bir şeyden mi bahsediyoruz?
Üstelik az pahalıya üretilmeyen, çok da emek isteyen bir sanatın hakikatte
bize/insanlığa neye mal olduğunu nasıl hesaplayabiliriz?
Tam da
burada Tarkovsky’yi anmak, şimdilik iyi gelecektir.
"Sık sık sanıldığının aksine, sanatın işlevsel
belirlenimi, düşünmeyi teşvik etmek, bir düşünce iletmek ya da bir örnek
oluşturmak değildir. Hayır, sanatın amacı daha çok, insanı ölüme hazırlamak,
onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır."