Sinan'ın Sillesi
Eski gazete yazıları ve kitapları okumak iyi oluyor. Bir çok hakikati de bu eski/mez görüşlerden elde etmek mümkün. Bedri Rahmi Eyüboğlu iyi bir ressam. Bu sanatkarımız aynı zamanda şiirleriyle okunmuş, nesirleriyle de sevilmiştir. Geçenlerde yazılarından meydana gelen Pembe Vinç isimli eserini karıştırırken bir yazı dikkatimi çekti. Sahaflar'dan aldığı kitapta sanata dair yazılar var. Ama biri farklı ve önemli. Sinan'ı anlatıyor burada sanatçımız.
Yazının başlığı "Sinan'ın Sillesi". 23 Ağustos 1954 tarihinde Cumhuriyet'te yayımlanan yazı şu mısralarla başlar: "İstanbul deyince aklıma Koca Sinan gelir / On parmağı on ulu çınar gibi her yandan yükselir / Sonra gecekondular gelir ardı sıra / İsli paslı yetim" Anadolu motiflerini en iyi resmeden sanatçılarımızdan olan Eyüboğlu, şiirin ardından şu satırları kaleme almış: "Heykeltıraş olsam Sinan'ın boyunu bosunu bilmem ama ellerini kocaman yapardım. Bildiğimiz ellerin birkaç misli büyük. Eti anıtlarındaki eller gibi küt küt, çentik çentik, kocaman eller. Tuttuğunu koparan, kopardığını yepyeni ve bitip tükenmek bilmeyen bir ömürle yoğurup yeni baştan kuran, öpülesi, dünya durdukça nur içinde yatası emektar eller."
Sanatçımız, bazı misafirlerini Süleymaniye Camii'ne gezdirmeye götürür. Amacı bu 'ulu mabed'in ihtişamını ve zarafetini onlara da göstermektir . Eyüboğlu, gezide yaşadığı şoku şöyle dile getirir: "Geçen Gün Süleymaniye'yi dolaşırken bu kocaman elleri görür gibi oldum. Her parmağı kudretli bir yay gibi gerilmiş, yaşından değil, hırsından titreyen, öfkesinden ne söyleyeceğini şaşırmış, öfkesinden kıvrım kıvrım kıvrılan, kuduran, köpüren eller."
Caminin çevresindeki bakımsızlığa çok üzülen ressamımız, bu mahcubiyeti konukların yanında derin biçimde yaşar. Avluda ve türbenin önünde hoş olmayan bir manzara. Sağa sola atılan yemişler, meyve kabukları, mezar taşları arasında kurutulan elbiseler. Şadırvanın solunda, "isli lamba fitili ile yazılmış hissini veren" korkunç yazı: "Burada top oynamak yasaktır."
Ziyaretçilerin başı yukarda; muhteşem camiyi seyrediyorlar: "Ne güzel ölçüler. Ne rahat, ne sade, ne sıcak bir kuruluş". İncir fidanı ise Süleymaniye'nin böğrüne saplanmış bir hançer gibi. Tasvirler okuyucunun da canını sıkıyor, üzülüyoruz. Sanatçıya göre, Sinan'ın şamarı, inecek surat arıyor. "Kim bunlar? diyor. Bunlar benim torunlarım mı? Koca İstanbul'da yer bulamamış da gelip benim bin bir emekle kurduğum yapıya yapışmışlar."
Eyüboğlu, Sinan'ın elini yukarıya kaldırtmış, ille de birini cezalandıracak. Öfkesini şu satırlara yüklüyor: "Ama bu şamar bir tarafa inmeli, bir mabedin, eşine az rastlanan bir sanat eserinin bu denli bakımsızlığından birisi sorumlu olmalı. Ara da bul bakalım Sinan amca sorumluyu!..."
"Değerini milletçe benimsediğimiz, bugüne kadar gelmiş en büyük mimarlardan birisidir diye okullarda bellettiğimiz, her yıl mezarı başında nutuklar çektiğimiz Koca Sinan'ın en önemli yapısı bu durumda olursa, köşede bucakta kalmış olanlara selam olsun!.." diyen mihmandarımız, ecdad yadigarı olan bu eserlere bakabilmek için paradan ziyade sevgiye ihtiyacımız olduğunu söylüyor ve "Süleymaniye'yi bugünkü bakımsızlığa düşüren sebep para kıtlığından çok bilgi, saygı ve sevgi kıtlığıdır. Süleymaniye'nin dünya ölçüsünde bir sanat değeri olduğuna milletçe inanmış olsaydık, ona daha iyi bakardık."
Şükürler olsun bugün camilerimiz daha temiz ve nezih. Geçmişte Sinan'ın şaheserlerine gösterilen bu ilgisizliğin temelinde ne yatıyordu acaba? Yüksek mimar Özcan Ergiydiren bir sohbette, tahsili boyunca hocalarının Mimar Sinan'dan bahsetmediğini söylemiş ve "Biz talebeleri bir kere bile Süleymaniye semtine getirip bu muhteşem camiyi bize anlatmamışlardır." demişti. Bu sene Mimar Sinan'ın vefatının 430. yılı. Yeni Sinanlar'ın yetişmesini istiyorsak bu dehayı önce bizim tanımamız, gençlere sevdirmemiz, sonra dünyaya anlatmamız gerekiyor. Bir yerlerden başlanmalı. Mesela Muhsin İlyas Subaşı'nın Mimar Sinan'ın romanını yazdığı Aşkımı Taşla Yazdım kitabından başlayabiliriz.